TAŞ ÜSTÜNE GÜL OYMASI

TAŞ ÜSTÜNE GÜL OYMASI

Taş Üstüne Gül Oyması

Taş Üstüne Gül Oyması

-Taş Üstüne Gül Oyması
-Son Yörük Çadırı
-Katran Ağacı
-İkinci Ülke
-Zaide
-Eskil Masal

SON YÖRÜK ÇADIRI (tüm metin)

"Deniz yüzyıllardır ufukta, mavi bir buğu gibi akardı göğe. Mersin, mercanköşk, iğde kokardı hava, yabani zeytinlerin acımtırak, yağımsı kokusunu ancak yörenin insanı ayırabilirdi yaz mevsiminin tütsüleri arasında. Kara da tıpkı deniz gibiydi; sık zeytinliklerin dalgalanan dalları rüzgârda... Bereketli toprak yeşilliğin altına saklanmıştı. Dolaman yaylasında, burunları ve koyları yüzyıllarca seyretmiş ulu bir çınara vermişti sırtını. Mutluydu, mahpushane avlusunda, güneşli duvara dayanmış "Şair" kadar.

"Bugün pazar
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.

Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.

bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım..."

Bursa cezaevinin pas ve gölge kokan koğuşunda, karşısında duruyor dev adamın çocuk gözleri...
içindeki parmaklıkları kırabilecek mi?
"Ne suçum, ne cezam,

dağ, deniz, orman...
Sonunda özgürüm..."
diyebilecek mi?

Tapılası güzel dağ; İda... Şaşmamalı seni tanrıların otağ tuttuğuna... İda, bir kadın adı gibi, hem nazlı, hem anaç... Burada arınmıştır, burada korunmuştur; bu yüksekliğe kir ulaşamaz, içindeki bile. Ege yıkar, ışık ve oksijen aklaştırır... Burada ruh özgürleşir...

Dev mahkûmun mavi gözleri, çocukların özgürlüğüyle karşısında hâlâ, masum ve afacan... Gözleri saydamdı; ışık, uslu, ağır akmazdı içlerinde - yalnız şefkatle bakan gözlerdeki gibi; kıpır kıpır, sıçrayan şen damlacıklarla - sanki minik cam bilyeler - muzip oynaşırdı, tanecik, tanecik. Mavi kıvılcımlardan oluşan çakımlı dalgalar, bakışları öyleydi işte... Onu hiç unutmadı, mahpus şairi...

İda... Daha kaç kez tırmanabilirdi bu yüksekliğe... Fazla zamanı kalmamıştı. Bu yaylalar, yörük köyleri... Göçerliğin yitik özgürlüğünü gizli bir buhur gibi saklıyordu dağ, çiçeklerinin arasında; mis kokusunu salmak için yağışı bekleyen, toprak gibi... onu bekliyordu doğa; bakışı, dikkati, dokunuşu değince özgürlüğün kokusu açıyordu... İnsan soyunun yitirdiği uyum... Dikenlerin tırmalamadığı, taşların, kayaların yuvarlanıp ezmediği, dik yamacın baş döndürmediği… çeviklik ... Acı çook aşağılarda kalmış... Engelleri aşan ruh denizden tüten buharla, güneşten boşalan ışıkla, kocabaş nanelerin tüylü yapraklarından yükselen kâfuru kokusuyla eşleşir korkusuzca. Daha kaç kez?..

Yatağında uzanır, İda'nın gizli yaylalarını düşlemeye çalışırdı. Olmuyordu. Bacakları koşmak, becerikli elleri uğraşmak içindi. Devinimsiz kalabildiği anlar işte böyle ışıkla, havayla, toprakla konuşabildiği anlardı, başkası değil. Gözleri seçerken ve elleri işlerken görevini tamamlamalıydı.

Dağ yolunda, yabani zeytinliklerin en sık olduğu dönemeçte pusu kurmuştu. Keçi gibi tırmanmış, sırtlan gibi sinmişti, kaplan gibi gözlüyordu avını. Hasmı yolun ucunda belirince yay gibi gerildi, tüm zekâ gücü gözlerinde toplanmıştı, mesafeyi hesapladı iradenin keskinleştirdiği sezgiyle. Evet, hemen, şimdi! Pars gibi atıldı, şahin gibi süzüldü, sol pençesi hasmını yakaladı, kamayı tutan sağ eli vurdu, hasmını dokuz yerinden erkek gibi bıçakladı.

Onu Bursa cezaevine koydular. Yıl 1940'tı.

İri yârı adam "gık" diyemeden yıkılmıştı, henüz ölmemişti; gözleri katiline çevrildi. Ne lanet okudu, ne küfretti, ne bir şey söyledi... Bakışlarında kin yoktu.

Ne de astığı astık, kestiği kestik zamanlarındaki kahredici kibirden ve acımasızlıktan eser kalmıştı. Kurbanın korkunun öte kıyısına geçtiğini bildi katil. Koyunlar da böyle ölürdü, bayram sabahlan; önce debelenir, debelenir, sonra durulurdu. Adam gücün, öcün ve merhametin henüz tanınmadığı evreye geri dönmüştü, gözleri yeni doğmuş bebeğinkiler gibi bakıyordu, bilinçle bulanmamış...

Katil hiçbir şey hissetmeden vurduğu adamın yüzünü, sonra boynunu gördü. Orda bir damar patlamıştı. Kan fışkırıp duruyordu, fışkı...rıp dur... Gitgide zayıflıyordu fışkırma ve uzuyordu aralar.

Dedesi henüz sağken, birlikte geyik avına çıkmışlardı. İnce bacakları, görkemli boynuzlarıyla nasıl da güzeldi; garip bir ses çıkararak devrilmişti, boynundaki bir damar kanıyordu, yerde yatan adamın boynu gibi. O zaman kaçmış, mersinlerin arasına gizlenmiş, ağlamıştı; geyiğin can verişine bakmamış, bakamamıştı. Ve boynu günlerce ağrımıştı. Genç katil o gün de duymuştu damarın sesini, bugün de duyuyordu. Elini kendi boynuna götürdü; orada da bir damar "Niye kıydın bana..." diye atıyordu. Deli bir hızla ot toplamaya başladı, kekik, nane, lavanta, yumuşacık, canlılık dolu otlar; kanayan damara bastırdı. Otlar ala kesti; gene topladı, gene bastırdı, otlar gene ala kesti.

Jandarmaya teslim oldu; henüz on yedi yaşındaydı.

Tahtakuşlar Köyünün genç katili Bursa cezaevinde sustu kaldı.

"Niye elini kana buladın, bu genç yaşında?"

Ne diyebilirdi?.. İleri sürülebilecek her neden -ki pek çoktu aslında- damarın anımsanan sessiz yakarışı karşısında susuyordu.

Ağır tahrik ve yaşının küçüklüğü gözönünde bulunduruldu; on yıl hüküm giydi.

Genç katil hep o iki farklı an'ı yaşıyordu. Dorukla uçurum gibi, birbirine zıt, gene de birbirine bitişik belki de özdeş iki an, biri diğerinden doğan... Öldürme kararının verilmesi ve kararın uygulandığı atılım ânı. Zorlu bir tırmanış sonunda ulaşılan doruk gibiydi. Ve işte hemen orda uçurum başlıyordu, sonsuzca düşeceği-uçurum, kendi içindeki uçurum, damarın feryadının oyduğu...

Esneme sınırının sonuna kadar genleşmiş metal nasılsa, gövdesi öyle gergindi saldırı ânında, damarları, kasları, sinirleri amansız bir güçle dopdolu! Ok fırlamalıydı, yoksa yay kopacaktı! İda dağının vadilerinin, yaylalarının, yaşam ve ölüm sınırının üstünde uçtu ok, nasıl da güçlü ve kararlıydı! Hepsi bir an sürdü. Ve hemen sonra uçuruma yuvarlandı.

"Ok hür değildir ki, kolun iradesinin buyruğunda bir eşyadır. İşlediğin suç senin hürriyetin değildi, o sebepten mesuliyeti de tamamen sana ait sayılmaz. Suçunu -ki oka benzettik- hangi kol mu harekete geçirdi? Zamanını doldurmuş bayat bir ahlak! Dağlarda kelle koltukta gezmekle hürriyet kazanılmaz çocuk; paylaşmayla dayanışmayla yaratılır."

"Şair" böyle demişti. Ona tüm kalbiyle inanmak istemişti, ama teselli için böyle konuştuğunu biliyordu. Dağlarda esen bir özgürlük vardı, olmaz mı? Bunu bilmez mi, mahpushane avlusunda güneşlenirken özgürlüğü tadan "Şair"? Ama o, kendisi on yedi yaşında, İda'nın özgürlük doku'sundaki uyum damarını kesmişti! Geriye kalan korkunçtu!

Mahpus "Şair" dev duruşu ve çocuk gözleriyle, merhametli yüreği ve çelik zekâsıyla, İda dağının Tahtakuş köylüsü, göçer torunu, on yedi yaşında susup kalmış katil Necati'yle dost oldu... İçindeki erkek acımasızca vurmuş, içindeki ürkmüş çocuğun canını öldüresiye yakmıştı Necati'nin!.. "Şair" erkeğin katı kabuğundan çocuğu özgürleştirmeye ve ondan bir insan yaratmaya çalıştı. Necati onun henüz doğmamış oğluydu. "Şair" düşünceleri çoğu kimseyi korkuttuğu için ordaydi; mahpusta Necati onun sevgi dolu yüreğini doğal sezgisiyle tanıyıp bilmiş, böyle bir insandan korkup onu hapseden diğer insanlardan umudunu için için hepten kesmişti. "Şair" bunu bilmiyordu. "Şair"i görmek bile Necati'ye yurdunun kekik kokulu yamaçlarını özletiyordu büsbütün. Ama orda, yaz havalarına buram buram tatlımsı, kekremsi kokular salan taze yapraklar kanla kirlenmişti! Necati'nin yöneleceği kimsesi kalmamıştı, "Şair"den başka. Dedesi ölmüştü, yetimdi zaten; ana bildiği toprağı kendi eliyle kirlettikten sonra...

"Şair" doğayı severdi sevmesine; ancak onun bildiği evcil doğaydı. Ömrü hep kentlerde, insanlar içinde geçmişti; yalnızlığı tanımaz, sevmezdi. Mahpus damında bile dostluğun sıcaklığıyla çevriliydi. Çocuğun yabanıl ruhunda bir doku vardı, çözemediği; kapalı bir kapı, ardını sezemediği. İnsan denen varlığın köklerinde, toplumun ve insan iradesinin ulaşamadığı bir alt bölme mi vardı?
"Şair" çocuğun suçunu çevre etkisi ve cehalet sonucu diye açıklamaya eğilimliydi. Necati'nin toprak insanı olduğu belliydi, teni kavruk, elleri pençeleşmiş, derisi sert. Topraktan sürüp gelmiş bir başka Necati bir tür kırılmaz çekirdek gibi mi duruyordu genç yörüğün varlığında?.. Cinayet insan ilişkilerinin etkisindense, bu etki alanına girmemekten ya da girememekten kaynaklanmış olabilir miydi? Bu düşünce "Şair"! garip biçimde rahatsız ediyordu, asal seslerine ayrıştıramadığı bir uğultu gibi; uğultunun bir kısmı kendi içinden yükseliyordu. Zıt etkilerin her zaman benzer . sonuçlar verdiğini düşünerek, uğultunun karanlık çekiminden aydınlığa çıkıyordu "Şair".

Çocuk suçunun diyetini ödemeden huzura kavuşamayacaktı. İşte sorun da buydu; önemli ve yararlı düşünce, buraya, diyetin niteliğine yönelendi! Has denizci nasıl suyun yüzeyine bakar, o dingin, o saydam ışıltılı tirşe rengin dilinden anlar, nasıl elinde iskandil olmadan bilirse kaç kulaçtır ve nasıl da karanlıktır, üstelik soğuktur derinlikler, "Şair" öyle seziyordu varoluşun ürpertici maddesini. Bazen onu unutmak istiyordu, bazen ona hayranlık duyuyordu; asıl müthiş güç, var eden ve yıkıp geçebilen, derinlikteydi! Aynı güç, kimileyin nasıl da şarkı söyler gibi, bahar çayırlarında ıslık çalar gibi uzanırdı yüzeye... Bunun sırrı neydi?

Karanlığın ürpertisine yuvarlanmadan, ince bir ışık izi gibi derinliği kateden anahtar titreşimi yakalamak mümkün müydü? "Şair" bu soruya yoğunlaşıyordu.

Necati mahpusluğun sonuna doğru, cinayetle ilgili o iki an'ın ilki üstünde daha çok durmaya başlamıştı. Pişmanlık onu yiyip bitirse -de, bir can kurtaran simidiydi, onu ilk an'ın çekimine kapılmaktan koruyan! İnanamıyordu pars gibi atılıp, kartal gibi kaptığına! Oydu, kendisi! Bu eski mahpus ne denli değişirse değişsin, hâlâ içindeydi, on yıl önceki -kendisi!.. Bunu gövdesiyle biliyordu. Hiçbir bağın onu tutamadığı, elinde bıçak, havada şahin gibi süzüldüğü o müthiş an'ın tadı hâlâ sinir uçlarındaydı! Zeytinlik, dağ, uzaktaki deniz ve o, Necati; her şeyden habersiz, her zamanki boş gururuyla ilerleyen, kibirli ve zalim hasmı, tümü o anda som iradeydi! Necati'nin iradesi, onun seçimi, onun kararı!.. Sinir uçlarındaki sezgiyi reddedebilirdi, kitaplarla, fikirlerle içli dışlı olsaydı, akıl yürütmelerin altına gizleyebilirdi! Ama yapamıyordu, dağ elması kokusunu özlediğini bildiği gibi o an'ı özlediğinin farkındaydı, gövdesel bir bilinçle! Öç değildi bu, onun kadar ürkünç bir başka güçtü! Duygularını sözlere dökemiyor, yalnızca "Korkuyorum kendimden" diyebiliyordu. O suçlu tad garip biçimde diri tutuyordu Necati'yi, pişmanlığın içinde eriyip gitmesini önlüyordu. Cezaevinden çıkınca, yoksul ve erdemli, sıradan bir hayat sürme kararlılığına karşın, Necati yaşamının yalnızca yoksul ve erdemli olamayacağını seziyordu.

"Şair" onun düşüncesindeki oğul olmadığını tez anladı. Necati asla örgütçü bir sosyalistle evrimleşemezdi; gene de "Şair'in oğluydu, çünkü o da bir ozandı. Şiddetin şiirini besteleyen, sevincin türküsünü söyleyemez miydi? Mahpushanedeki kardeşlik, "Şair" için, yontucunun elindeki malzeme gibiydi. Öylesine sınırsız bir ruhu vardı ki "Şair"in, sözlere sığamıyordu. O hızla devinen kanına, kasılan damarlarına, telaşla vuran yüreğine, doyurulmazsa kendini tüketen ateş gibi harla yanıp, içinde barındığı gövdeyi yaşlılığa varamadan canından edecek canlılık gizilgücüne eylem gerekti! Elindeki malzemeyi kil gibi yoğurmaktı "Şair "in eylemi...

Necati elleriyle soluk alıyordu, dokunarak yok etmişti; dokunarak yaratmalıydı. Necati şiirini maddeyle yazmalıydı!

"Şair" mahpushanede marangozluk öğrenmişti. Yüksek bilgiyle uğraşanlar, rastlantıyla ellerindeki beceriyi keşfedince, nasıl çocuklar gibi sevinirlerse, "Şair" öylesine kanatlı bir mutluluk duyuyordu, ellerinin işe yaradığını gördükçe. Necati'ye önce okuma yazma öğretti, sonra da marangozluk. Çırak Necati, ustasını geçti; "altın boyut" gibi bir tür güzellik tomurcuğu -bakanın gözlerindeki anlayış ışığıyla açan ve serpilen- katıyordu malzemesine, gizemli bir dokunuş gibi; bununla kuruyordu sağlamlığı, işlevselliği. Necati'nin elinden çıkan eşyaları gören "Şair" rahat bir soluk aldı. Necati anahtar titreşimi yakalamıştı.

Düşlerini karabasana çeviren ilk "an" korkusunu "Şair"e aktaracak sözleri Necati bulamamıştı hiç ama, "Şair" onu cezaevinden uğurlarken şöyle dedi:

"Söyle bana, hoşuna giden neydi bıçağı sapladığında, kan mı, güç mü?"

Necati iliklerine dek titredi. Daha sık boğumlanıyordu gırtlak, daha da yanıyordu dil, "güç" diye itiraf ederken; "kan" deyip işin içinden çıkmak da vardı ya, aslı neyse, o söylenmeliydi "Şair"e.

"Bir hayat yok ettin, yok olan bir şeyi yeniden var et; gücün buna yetecektir, ve ancak o zaman diyetin ödenecektir" dedi "Şair".

Neyi yeniden yaratabilirdi?

"Onu kendin bul ve arayacağına söz ver."

Necati yörük çadırını kurarken kendini unuturdu. Kimi kez göz değerdi ellere, şaşardı 'Bu becerikli aletlerle ben bir ve özdeş miyiz:..' diye; hemen ardından unutulurdu bu ayrılık. Bakış ve düşlem, düşünce, el, gürgen ve çekiç, duyguyla dikkat ve yörüklerin yitik göçer yaşamı sessiz bir farkındalıkta tümlenirdi. Marangoz Necati, katil suçlusu, atası yörük, İda köylüsü unutuşun çekirdeğinde yepyeni bir Necati bulurdu ya da yaratırdı onu. Bazen uzak bir yankı gibi duyumsa-nırdı hayatın diğer öğeleri, anılar ve zorunluklar, günlerin kıpırtıları... Sessizliği bozan hışırtılar gibi... Taze bir düşünce dalgasıyla uzaklaştırırdı Necati onları.

Ama bazen derinde bir sızı titreşirdi, başkaydı gayrısından suçun anısı!
Bir tansık gibiydi yörük çadırı, ve an gelir, işlediği suçla, elindeki iş örtüşürdü; başka hiçbir koşulda gerçekleşemeyecek onarılma sarmalardı Necati'yi. Diyet ödendi! Kurtuldum!

Oydu, tanıyordu onu, aynı güçtü o, çalışan parmaklarındaki, bıçağı saplayan devinimi güdümleyen aynı güçtü! Sel gibi yıkıp geçmiyordu şimdi, usul usul, sabırla, güvenle, mutlu akıyordu ellerinden gürgen ağacına, büküyordu, eğiyordu, törpülüyordu, çadırın kaburgalarını oluşturuyordu.

Ve an gelir, toprak kaymasını andırır bir uyumsuzluk belirirdi ve kayma aralığından ince bir kanama gibi akardı iç huzuru... Her zaman, her çalışmada! Anladı kî, kurtuluş yoktu! Bu sürekli kanamayla yaşamak zorundaydı.

Gene de hayatında bir şey başarılmış, tamamlanmıştı. "Şair"e verdiği sözü tutmuştu. Ve yörük çadırı ona kendi teni gibi yakın oldu; Necati'yi tükenmekten koruyan varlık oydu.

Necati bir ömür boyu uğraştı yörük çadırıyla. Karısı ve çocukları onun zararsız deliliğine alışmışlardı. Giderek köy de alıştı. Bir gün İda dağından, zeytinlikler arasından ufku seyrederken ve "Şair"i düşünürken beyninin gözlerinde belirmişti çadır; tıpkı dedelerinin anlattığı gibiydi. Güçlü ve zarif, hafif ve sağlam. Bir bulmaca gibi küçük parçaların uyumundan kurulup büyüyen, kol kanat gerip esirgeyen, sırası gelince alçakgönüllülükle küçülen ve sonra gene büyüyen. Küçücük bir çocukken ve dedesinin yitik hayat üstüne anlattığı masalları dinlerken mi bellemişti çadırın yapısını? Anımsamıyordu. Hapisteyken beyninin gözlerinde yoktu böyle bir görüntü, çok sonra canlandı, İda'nın bol oksijenli havasını solurken ve "Şair"i anarken... Görüntü sırrını açtı Necati'ye, çadırın tüm ayrıntılı tasarımı ona malum oldu. Ve işte o an, Necati yaşamının amacını gördü, tanıdı, bildi ve bir daha hiç yitirmedi.

Önce orta direği çattı, sonra yan direkleri dikti, beş tane, yedi tane, dokuz tane. Kubbeli tavanı kurdu. Tütsü deliğini açtı. Oturmalık ve yatmalık bölüklerini ayırdı. Kapıları taktı. Silah direğine çiftesini astı, mutfak direğine tuz torbasını ve sarımsağı; elbise direğine üstlük. Ve kapıya tılsım asmayı unutmadı.

Dedesinden kalan partal çuvalları araştırdı, toprak katmanlarının arasından eskil bir uygarlığa ulaşan araştırıcının sabrıyla eledi yırılmış, toza dönüşmüş paçavraları, yüz yıl önce kadın ellerinin deve yününden dokuduğu çadır eteklerine, kolanlara ulaştı; define bulmuş gibi sevindi. El değmeden varolmuş gibiydi renkler, örselenmemiş; al, mor, yeşil, turuncu ışıldıyordu yağmura, kara, rüzgâra direnmiş tok dokuma. Etekleri kolanlarla direklere bağladı. Kilimleri içten duvarlara döşedi, minderleri yaydı. Geçti, bağdaş kurdu oturmalığa, bir sigara tellendirdi. Geçmiş, zamanın gövdesine aktığını duyumsadı. Hiç böylesine mutlanmamıştı.

Yörük çadırının yapılışı son bulmamalıydı. Yeni bir çadır, bir daha, bir daha. Her seferinde bir başka çadır yaratıyordu. Aradığı neydi? Bilmiyordu.

Yıllar sonra bilecekti. Aradığı bir simgeydi. Altın boyutun peşindeydi ve onu bulduğunda artık yaşlanmıştı. Minyatür bir çadır, çatı altına kurulabilecek. Gülünç bir cüceye benzemeyen, yaylada yükselen aslının ruhunu her kolanında, her yongasında taşıyan bu simge çadırı tamamladığında yorgun elleri, yüreğini bir kaygı yokladı. Son çadırı kime emanet edip de göçecekti?
Bunca yıldır, uğraşın kendisi anlamlıydı Necati için. Maddeyi değil, çabayı; hedefi değil, yolculuğu önemseyenlerin soyundandı. Yaşamak denen serüvenin tam da bu benimseyişte odaklandığını sezmişti hep. Ama işte, şimdi, gövdesinin doğayla gerçek buluşması yaklaştıkça, bu ürküntülü değil, dingin, belki de tatlı ürpertili bekleyişte ellerinin yaratısı önemli oluveriyordu... Bu önemseyişte, neden gene "Şair"in yüce ve güçlü bir ağacı andıran hayali beliriyordu? Yoksa onun "hapishane şefkatiyle yetişmiş kalbi, ölümden sonra bile" sevdikleri için ağrıyor muydu?

Necati usta, kurduğu ilk çadırda, tüttürdüğü ilk sigaranın lezzetini unutamıyordu. O yorgun ve dingin tadda duman gibi dağılmıştı, tüm diğer müthiş ve enerjik, güçlü ve korkunç tadlar... Geçmiş zamanın gövdesinden akıp gelecekle buluştuğu o an'da... O an yitip gitmemeliydi.
Necati usta, delikanlı öğretmeni tanıdığında, aradığı kişiyi bulduğunu bildi. Köy okuluna yeni atanmış bir Alevi genciydi bu. Onun eşyayı ve insanları delip geçen gözlerini, dik yamaçlarla uyumlu çevik tırmanışını görünce aynı hamurdan yoğrulduklarını bildi Necati.
Yaşlı marangoz genç öğretmene macerasını anlattı: İda dağını, dedesini, cinayetini, mahpusluğunu, "Şair"i ve yörük çadırını. Öğretmen gürgen dallarında "Şair"in şiirini buldu, marangozun çadırı kuran ellerini hayranlıkla seyretti, büyülendi... Geçmiş zaman marangozun ellerinden öğretmenin bilincine aktı... Emaneti alıp kabul etti.

Marangoz son eserini öğretmene bağışladıktan sonra, bir kez daha İda'ya tırmandı. Yükseltiyi tüm gövdesinde, yüreğinde ve soluğunda hissetti, damarlarıyla ve kaslarıyla algıladı. Mersinleri, kekikleri, doyasıya kokladı, andızları. Kaygılardan arınmış bilinci delikanlılığın sevinçli heyecanıyla dopdolu. Dimdik, ince ve çevik endamını gören kim kestirebilirdi yaşlı bir erkek olduğunu? Devinen kaslarında, suçluluğu İda'nın bol oksijeninde yanıp uçtu... Artık ona -vicdana- gereksinimi kalmamıştı, doğanın masumiyetine yaklaşan Necati'nin. Emanet teslim edilmiş, diyet ödenmişti.

Dağdan döndüğünde mutlulukla ışıldayan teni gitgide derinleşen tatlı bir dalgınlığa aktı.

Yorgundu....................uyudu..........................

Ankara, Sonbahar 1996

Yazarın notu: "Son yörük çadırı", Tahtakuş köyünde, emekli öğretmen Alibey Kudar'ın kurduğu etnografya müzesinde görülebilir.

Hasan Paşa'dan sonra iki kocaya vardın. Altı çocuk daha doğurdun. İkisi gitti bu dünyadan, dördü kaldı sana. «Bütün erkekler karanlıkta birbirinin aynıdır.» derdin. Aşktan nasibin işte buydu senin... O ahu gözlerine, elli yıllık fotoğrafta bile diri gözüken gerdanına karşın... Peki ama, neden? Hiç düşündün mü?.. Hiç isyan duydun mu?

Yemen rüzgarı kaldırdı seni, taa Selanik'e attı. İkinci kocana verilmiştin. Daha gençti bu adam Hasan Paşa'ya göre, elli üç yaşındaydı; rütbesi de henüz kolağası. Sense on sekizindeydin. «Balkan» oldu, çifti çubuğu arkanızda bırakıp çıktınız Selanik'den. Gezdin durdun Anadolu'da asker kocanla; Bursa, Salihli, Kula, Alaşehir.. Emekli olmuştu kocan. Devran değişmişti, geçim zordu, ancak bir küçük kasabaya sığınabildiniz emekli aylığınızla. Alaşehir'e yerleştiniz. İyi adamdı kocan; hoş tuttu seni. Boyuna çocuk doğurdun, ikindi üzerleri saçlarını omuzlarına döküp kendi kendine şarkılar söyledin, arada sigara tüttürdün. «Birinci Savaş» bitmiş, dünya yıkılmıştı. Farkında miydin? İşgal altındaki sönük Anadolu kentlerinde, sesiz yaşadın. Elin boldaysa giyime, kuşama harcadın; elin daralınca sıkıntı çektin.

Ölüverdi kocan bir gün. Kaldın mı üç çocukla ortalarda, sefil... Koca Osmanlı batmıştı, sana nasıl dul maaşı ödesin?.. Baban da ölmüştü. Kime, nereye gidersin. Bir günden bir güne yarını düşünüp de tek metelik koymadın ki bir yana.. Kocandan kalan son altınları da bozdurup güç bela ulaştın üç çocuğunla İstanbul'a ordaki ababeyine sığındın. Çocuklarını parasız yatılı verdin. O ne bolluktu '20'lerin İstanbul'unda ağabeyinin evindeki öyle!. İçkiler, ziyafetler, arada sırada gelen yabancı subaylar... Sen, Osmanlı zabiti kocanla ve üç çocuğunla, Alaşehir'deki son yıllarda ekmek bile zor bulurken, bu bolluk hangi değirmenden geliyordu, Fitnat Hanım, hiç düşündün mü? Zengin de olsa ağabey evinde yaşamak zordu. Çaresiz yeniden evlendin. Vaktiyle seni isteyen, parasız diye babanın kıyıp da veremediği bir uzak akrabaydı son kocan. Kimse vermedi seni, sen vardın. Ne düşündün de vardın, ağabey evinden uzaklaşmaktan başka... Sevdin mi o adamı Fitnat Hanım? Hiç bilmedin.

Savaş bitti. Cumhuriyet geldi. Sen ne yaptın? Süslendin; çocuk doğurdun; sonra akşam yemeklerini ısıtıp ısıtıp sofraya koydun kaç kez, içkici kocanın dönü şunu beklerken.. Artık şarkı söylemiyordun. İyi adamdı kocan ama içiyordu. Ne yapabilirdin ki? Sessizce katlandın ve yaşlandın.

Tek birşeyde direndin; çocuklarını okuttun. Alacakları diplomanın onları açlığın, mutsuzluğun, güvencesizliğin ulaşamayacağı bir doruğa eriştireceğini sandın. Okuttun onları.

İçki kocanı canından etti. Gene dul kalmıştın işte, üçüncü kez, yaşın elliyi hayli aşmıştı. Çocuklarının dördü de yetişmişti. Sana hem yakın, hem uzak; seni hem seven, hem nefret eden çocukların... Ne yapacaktın sen şimdi Fitnat Hanım? Elde yok, avuçta yok... Üç aydan üç aya gelen iki buçuk kuruş dul aylığı... Mübadelede Selanik'deki mülke karşı verdikleri ahşap evi de bir gece apansız karanlığı yalayan alevler yutmadı mı? Ne güzel bir evdi o... İstanbul'da, deniz kıyısında, geniş, ferah... Bütün yaptığın küllerin karşısında düşüp bayılmak oldu. Ah Fitnat Hanım, ah Fitnat Hanım, evi sigorta bile ettiremez miydin? Arsayı satıp parasını rüzgara savurdun. Fazla dert etmedin yangını. Canınızı kurtardığınıza şükrettin. Sen yaşamın boyunca ne çok şükrettin be Fitnat Hanım!. Hiç mi usanmadın!

Elde yok, avuçta yok. İster istemez başladı o bitmez tükenmez yolculukların. Bir çocuğundan, bir çocuğuna; bir kentten bir kente... Yaşlanmak ne kadar ağır geliyordu sana; parasızlık da öyle. Kabullenemiyordun ikisini de... Asker oğlunla Erzurum'a gittin. '40'ların başı, savaş çıktı çıkacak; hava soğuk, kar diz boyuydu. Rus işgalinden kalma taş bir evdi kiraladığınız. Görkemli bir yapıydı; padişah yaveri olup da sonradan çöllere sürülen babanın, ve ilk kocan Hasan Paşa'nın konaklarını anımsatıyordu sana. Helaları bile olmayan Erzurum evlerinin yanında bir saraydı burası. Geceleri davetler düzenledin evinde. Subay ve memur ailelerini çağırdın. Sobaları, mangalları yakıp koca evi ısıttın. Keyifle dolaştın odaları, pencereden savrulan karlara bakıp gülümsedin. Özene bezene yiyecekler hazırladın, demli çay sundun konuklarına. Sevdin Erzurum'u, Sarhoş kocan yoktu; oğlun bekardı; sen bir hanımefendiydin ve mutluydun. Bir de savaş kaygısı olmayaydı...

Oğlun evlendi, gene yolculuklar başladı. Doğuran kızın, hastalanan torunun... Sen elinde bir eski sandık, sandığın içinde eski fotoğrafları saklayan albümlerin, gezdin durdun kara trenle... Bir ara Ankara'da konakladın. Sıhhiye'de bir bodrum katı tuttu çocukların sana. Dünyayı sarsan «İkinci Savaş» bitmişti. Farkında miydin? Zaman geçiyordu, her şey değişiyordu. «Paşa» gitti, «Demokrat» geldi, evler yıkıldı, apartmanlar dikildi, kente köylüler doluştu. Peki, sen ne yaptın Fitnat Hanım? Ne oluyor diye hiç merak ettin mi? Alacalı bulacalı kapıcı kalabalığına bakıp şaştın, biraz da tiksindin. Pencerelerinde yağ tenekeleri içinde sardunyalar yetiştirdin; komşularınla ahbaplık ettin; çocukların para verdikçe berbere gidip saçlarını yaptırdın. Bir türlü yaşlanmayı kabul etmek istemedin.

Sonra, sonra gene gezdin durdun çocuklarının arasında. Dul aylığını onlara verdin. Pek sığmadın evlerine, ama tümden dışarda da kalmadın. Şöyle böyle bir ihtiyarlıktı seninkisi uzaktan bakana; ne mutlu, ne mutsuz; sevinçleri kederleri, aşırı hiçbir yanı olmayan, ılık su gibi birşey işte. Çocuklarına göre sen küçücük şeyler için üzülüyor, durmadan alınıyor, pireyi deve yapıyordun. Galiba, galiba gerçekten mutsuzdun be Fitnat Hanım. Geçen günlerini anımsıyordun. Yaşamına mı yanıyordun Fitnat Hanım, yoksa yalnızca buruşan yüzünün, ağaran saçlarının, çarpılan bacaklarının, bükülen belinin, eli ermez gücü yetmezliğin mi acısıydı bu? Hep mahzun, hep küskündün. Kendine mi, kaderine mi, dünyaya mı küsmüştün Fitnat Hanım? Bağların git gide kopuyordu, tüm ahbaplarını yitirmiştin giderek. Ya ölmüşlerdi, ya dışanya çıkamayacak kadar yaşlıydılar. Sen de öyleydin. Kabuğunun içine büzülen bir deniz hayvanı gibi! çekildikçe çekildin, kapandıkça kapandın, ufaldıkça ufaldın ve öldün; Ankara'nın bozkırına karıştın. Sandığındaki albümleri oğulların ve kızların aralannda paylaştılar.

Fitnat Hanım, Fitnat Hanım nerelerdesin? Bir rüzgara kapılıp Yemen'den Rumeli'ye, ordan Anadolu'ya gezdin durdun. Süslendin, püslendin, elindeki avucundakini har vurup harman savurdun; çocuk doğurdun, gene doğurdun, oğullarını şımarttıkça şımarttın, kızlarını erdemli olsunlar diye sıktıkça sıktın, ezdikçe ezdin. Onlar da kendi kızlarını sıktılar, öyle eğittiler, tıpkı senden gördükleri gibi. Fitnat Hanım, Fitnat Hanım nerelerdesin? Estin geçtin bre Fitnat Hanım, uğultun kız torunlarının tutuk davranışlarında yankılandı sonunda."

Mart 1982