Sırma KÖKSAL

DOĞRU YAŞANMAYAN HAYATLAR

Sırma KÖKSAL

Erendiz Atasü’nün son romanı Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı son zamanlarda yayımlanan en gerçek romanlardan biri. Edebiyatın salt kurgu oyunu olduğu fikriyle uzun zaman oyalanıp binbir oyunla bezeli nice metni okuyup sindirdikten sonra yeniden “sorun”u ve “söz”ü olan bir romanla karşılaşmak gerçekten iç rahatlatıcı. Romanın kendi ve varış noktası pek iyimser olmasa da.

Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı’na iki açıdan yaklaşmak mümkün. Birincisi bu metnin bir roman olduğu gerçeğini ön plana oturtarak bir edebiyat eleştirisi olarak, ikincisi de sözünü ve savını dikkate alarak bir tartışma konusu olarak.

Roman olarak Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne gelen bir süreci ele alan bir dönem romanı. Feminist yaklaşımını her zaman edebiyatıyla birleştirmiş olan, “kadın yazar” kimliğini belirgin kılmaktan kaçınmayan Erendiz Atasü’den bekleneceği üzere roman bir kadın kahramanın yaşamından yola çıkarak anlatıyor öyküsünü. Oyunlara bulanmadan yalın bir anlatımla kurulan roman, cumhuriyetin ilk yıllarının bir doktor ailesinin evinde başlayıp sürüyor ve orada da sonlanıyor. Anne babanın sınıfsal serüveniyle birlikte değiştirilmiş eşyalar ve daha sonra Güneş’in eklediği çalışma masası dışında değişmeyen bir ruh halinin içinde. Bu evin hayatta kalan tek kızı olan Güneş Saygılı, adının çağrışımlarından da gayet iyi anlaşılacağı gibi, doğup büyüdüğü dünyanın izlerini taşıyan bir kişilik. Orta sınıfl, ülküleri olan bir ailenin “hep daha iyiye” yol alacağına inanılan bir ülkeye armağan etmeye hazır oldukları bir evladı olarak Güneş adını, haddini bilen iyi yurttaşlığın bir devamı olarak da Saygılı soyadını taşımaktadır. Görev, sorumluluk ve ülküyü birleştiren bir isimdir Güneş Saygılı. Yaşamı da çizilmiş bir kader gibi bu etkilerin altında sürecektir.

Zamanı gelgitlerle anlatan roman, diğer karakterlerini de betimlemelerin yanısıra olayların içindeki tavrıyla canlandırarak güçlendirmekte, yarım ve eksik oluşlarını zaman zaman yazının tonunu da tutuklaştırarak belirginleştirmektedir. Babanın tedavisini kendisi gibi doktor olan en yakın arkadaşına bıraktığı ve sonunda yaşamını yitiren ikiz kardeş de her zaman bir gölge gibi romanın karakterleri arasında dolaşacak ve hep başkalarına “borçlu” kalınmış yaşam duygusunu güçlendirecektir. Bu acının doğrudan ve rahatlıkla dile getirilemeyişi ise Güneş Saygılı’nın yaşamında hep bir ağırlık olarak kendini koruyacaktır.

Romanın önemli karakterleri tabii ki öncelikle Güneş Saygılı’nın hayatında ilk belirleyici rolleri oynayan anne ve babadır. Yaşam sevinçlerini yitirmiş ama tutturdukları yaşam biçimini sürdürmekte ısrarlı, sıkıntılı ve sıkıcıdırlar. Neredeyse görev edinilmiş bir “münevver” vatandaş rolüyle sinemaya, tiyatroya konsere giderler, kapıcının çocuğuna muz ikram ederler, hastalandığında tedavisini üstlenirler. Ancak yine de bu alevi kapıcı ailesi ile ilişkilerinde soğuk ve mesafelidirler, temelde güvenden uzak bir duruşları vardır. Aslında burada annenin rolü ağır basmaktadır çünkü baba evin içinde suskundur ve yok gibidir. Bu açıdan tipik bir orta sınıf Türk ailesidir Saygılı ailesi. Babanın temsil etmekte olduğuna inanılan, ama aslında baba suskun ve kendi dünyasına kapanık olduğu için ne kadar temsilcisi olduğuna emin olamadığımız erkek egemen dünyanın tüm değerleri ve yargıları, bu yargılardan şikayetçi bir tonla kız evlada, Güneş’e anne tarafından dikte ettirilir. -Bu tipik “anne” tavrı nedeniyle ne bu romanda ne de gerçek yaşamda aslında babaların tam ne düşündüğünü, hatta bu konuda düşünüp düşünmediklerini bile bilemeyiz zaten.- Ancak Saygılı ailesi soyadları gibi sayglıdırlar, Güneş’in özel yaşamına da saygılıdırlar, fazla burunlarını sokmadan, açık bir baskı yapmadan, Demokles’in kılıcını işaret etmekle yetinirler ki, yaşamın kastrasyonu bilinçaltında eksiksiz tamamlansın. Kötü değildirler asla ama kendi zor geçmişleri onları, haketmedikleri bir armağan her an geri alınabilirmiş gibi emaneten sahip çıktıkları bir hayata sürüklemiştir.

Ve sonra erkekler girer hayatına Güneş Saygılı’nın. Kendisinin de içinde yer aldığı sol politikadan gelen erkekler. Doğan dürüst, güvenilir bir devrimcidir. Ne ki yetiştiği koşullar ve sonunda gelip sıkıştığı yer onu adeta yarım bırakmıştır. Geçmiş yoksulluk ve yoksunluklarla örülüdür. Şimdi ise bireyle ne yapacağının cevabını bir türlü bulamayan, bulamadıkça bu sorudan kaçan ve bireysel olanı suçlayarak dışlayan devrimci eylemdir. Doğulu olmanın da getirdiği etkiyle kadın-erkek arasındaki ilişki üzerine konuşulmayan bir tabu, bireysel olanla kurulan her ilişki ise bir gevşemedir. Kendini özgürce tamamlamaya ve tanımlaya olanak bulamamış genç aydının eylemden ibaret kalarak kendine saklanışının iyi bir örneğidir Doğan. Güneş Saygılı’nın kendine dair kurmayı deneyeceği her cümle ana babasının orta sınıflı evinin uzak dünyasının bir izdüşümü gibi gelecektir Doğan’a.

Güneş Saygılı 12 Eylül’e bu ilişkinin içinde yakalanır ve Doğan’ın hapse düşmesinden kısa bir süre sonra da ayrılık gelir. Dünyanın düzenine, Güneş’in aşkına, işkenceye direnir Doğan ama annesinin gözyaşlarına direnemeyip uzak bir akraba kızıyla nişanlanıp Güneş’ten ayrılır. Eksik gelişmişliğin, güçlükle ayakta tutulan iradenin son derece kolay ama bir o kadar da insani çözülüşüdür bu.

Yıllar sonra şair girer yaşamına Güneş Saygılı’nın. 12 Eylül Türkiye’yi değiştirip dönüştürürken dünya da Glasnost rüzgarlarıyla sarsılmaktadır. Değişen dünyanın kaygılarının ve tartışmalarının aldığı yolu arkadaş çevrelerindeki tartışmalardan izleriz. Hala herkes sosyalisttir sosyalist olmasına ama bir süre sonra başka tanımların da benimsenmeye başlayacağı gün gibi ortadır. Kimileri için sosyalist geçmişten hesap sormalar başlamıştır. Söylemeye gerek yok, tartışanlar erkeklerdir genellikle. Kadınlar dinler, rakıların bitmesini bekler ve dinler. Güneş Saygılı’nın kendisinin de birşeyler yazmaya başlaması bu döneme rastlar. Gittikçe kendini kabul ettirecektir Güneş edebiyat çevrelerinde. Şairle ilişkinin görmezden gelinmiş çürük temelleri bu dönemde belirginleşir iyice.

Sonra başkaları olacaktır, kısa süreli ve acıtmayan ilişkiler.

Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı’ndaki bir diğer önemli izlek de apartmanın kapıcı dairesinde yaşananlardır. Alevi bir ailenin babadan oğula geçen kapıcılıklarında değişen dünyayı ve paranın gitgide kazandığı değeri izleriz. Lümpenin artık gizlisiz saklısız yükselişini ve meydan okumasını anlatır bize bu izlek. Bir zamanlar modern olan apartman eskidikçe hayat değişmekte, Hasan’ın gücü arttıkça kaloriferler yanmaz olmakta, fareler çoğalmaktadır. Ve Güneş Saygılı’nın dışa vurumcu olmayan yaşamı artık tek bir sona doğru yol almaktadır ki, kahramanımız o sonu hem adının iddialı tınısıyla hazırlar hem de saygıyla kabullenir.

Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı bize Türk aydınının sıkıştığı noktalar, dayatan koşulların yarattığı çötüntüler hakkında çok şeyler söyleyen bir roman. Herşeyden önce kendi bireyini oluşturmanın olanaklarını bulamamış aydının, kadını öngörmeyen erkeğin ve kendini dile getirmekteki çekingenliğiyle baş etmek zorunda kalan kadının öyküsünü anlatıyor. Ve daraltılmış dünyasının üstüne binen baskılar altında yolunu şaşırsa da hep yolunu aramayı deneyen aydının gitgide kendi içine hapsedilişini ve bir intikam gibi biriken aydın düşmanlığının kendi kendini çoğaltarak bir veba gibi yaşamı sarışını ve tıpkı Camus’nün Veba adlı romanındaki gibi farelerini şehre ölmeye ve öldürmeye yollayışını dile getiriyor. Ancak bu sürecin anlatımında Atasü’nün temel malzemesi olan aydına dair incelikle alttan alta sorduğu soruya kulaklarmızı açık tutmamız gerekiyor: Bireye ilişkin hiçbir kültürel alt yapısı olmayan, bireyi hep kendi malı ve yatırımı sayan bir toplumda başka türlüsü mümkün müydü? Sürekli topluma, aileye ve kendine karşı borçlu ve sorumlu yetiştirilmiş, bir başkaldırı olması gereken devrimci süreç içinde bile kendisinden hep “bağlılık” beklenmiş, dizgenin taşıyıcı parçası olmaktan öteye geçmesi “ihanet” olarak adlandırılmş, kendine ilişkin tüm taleplerinde aylaklıkla, bencillikle, bireycilikle suçlanmış insanlar öz eleştirilerini de, kişisel deneyimlerini de savruluş ya da içe kapanış dışında biryerde gerçekleştirebilirler miydi? Köşeyi dönmek hevesi de, yükselen lumpen değerler de aslında temelinde bu birey olmaya karşı duyulmuş hınç dolu özlem değil midir?

Sonuç, Güneş ismiyle taçlandırılmış, Saygılı soyadıyla kısıtlanmış bir kadın aydının bu iki güçlü etkinin altında var etmeye çalıştığı kendi hayatının en parlak çıkışını yakaladığı andır. Son bir devinim, bir kreşando… gürültülü ama sözsüz bir çığlık. Ki en yakınları bile o çığlığın kimden yükseldiğini anlamayacaktır.

Erendiz Atasü’nün son romanı içinde derin bir karamsarlık barındırsa da, sahici edebiyatın hala var olduğunu hatırlatması açısından iyi geliyor insana. Temiz bir duygu bırakıyor okurda, edebiyata bir inanç tazelenmesi gibi.

Sırma Köksal