Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı:
Erendiz Atasü'den Bir "Gün batımı" Romanı
"... Güneş, yıkılan bir ülkenin gün batımından, geriye, ikindiye doğru bakarken yaşlı belleğinin anımsadıklarından emin değil... Ufka yaklaşmış kırık ışıklar mı belleğini iğneliyor?" (110) 1
Prof. Dr. Dilek Direnç*
Erendiz Atasü'nün son romanı Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı, 1970'lerden yirmi birinci yüzyıla uzanan otuz beş yıllık bir zaman dilimi içinde ileri geri sıçramalarla gelişen, yalın ve yoğun kusursuz dili, derinlikli karakter incelemeleri, gerek toplumsal tarih ve tarihsel dönem, gerekse insan yaşamının birbirini izleyen dönemlerine dair çarpıcı gözlem ve çözümlemeleri, kadın erkek ilişkilerini açımlama çabası, bütünsellik arayışı, güçlü ve etkili mecazları, edebiyat tarihindeki öncellerine göndermeleriyle, aynen dili gibi yalın fakat aynı ölçüde de yoğun bir metin olarak karşımıza çıkmaktadır. Roman, biyografi çağrışımı yapan adının da işaret ettiği gibi, bir yandan romanın başkişisi Güneş Saygılı'nın yaşamını, bu yaşamın karakterin iç dünyasındaki tüm izdüşüm, yansıma ve yankıları ile izlerken, diğer yandan roman kişilerinin yaşadığı ülkenin söz konusu dönemdeki toplumsal ve siyasal tarihini, özellikle başkent odaklı bir bakışla anlatmaktadır.
Atasü, diğer romanlarında olduğu gibi, bu romanında da bireyin tarihinin, ülkenin ve dönemin tarihinden ayrılarak anlatılamayacağını savlamaktadır. Bireylerin tarihlerini belirleyen toplumsal ve siyasal tarih olduğu içindir ki anlatım bireysel ve toplumsal olarak iki düzlemde ve birbirinin içine geçerek ilerler. Güneş Saygılı'nın yaşam öyküsü, aynı zamanda bir kuşağın, daha yaşanılası bir dünya için kurdukları düşlerin ve ardından yaşadıkları düş bozumunun öyküsüdür. Güneş Saygılı, ilk gençlikleri Cumhuriyet Türkiyesi'nin kuruluş yıllarına rastlayan "ilkelere inanarak yetişmiş" anne-babasının kuşağını, "gün doğumu çocukları" olarak anar (109). Oysa beklenenin aksine, kendi kuşağı, anne babasını var eden aydınlanmacı akılcı ilerlemeci modernitenin çöküşüne tanıklık etmiştir.
Aydınlanma tasarımının Türkiye örneğinde başarısızlığa uğrayışı, romanın ana izleğidir. Akıl ve bilimin, yeryüzünden cehaleti, yoksulluğu, adaletsizliği silerek bir yeryüzü cenneti ve yeni bir toplum yaratacağı inancının yitirilmesi, modernitenin ve moderniteye yaslanan sol eğilimli siyasi görüşlerin de çöküşüdür aslında. Roman, sol siyasi akımlarla beslenen 60'lı 70'li yılların emeğe saygılı, özgürlükçü, eşitlikçi, barışçı bir dünya yaratma düşlerinin, 71 ve 80 darbelerinin sarsıntılarıyla yıkılışını, ortak hayal ve umutlar tükenirken, Türkiye'nin insanın değersizleştirildiği paranın kutsallaştırıldığı bir sermaye düzeni ve rant ekonomisine teslim olması sürecini, romanın açılışında genç bir kadın olan Güneş Saygılı'nın yaşlanma süreciyle koşut olarak işler. Metin, bir yanda ana karakterin gençliğini, diğer yanda ait olduğu kuşağın yaşama coşkusunu, dünyayı değiştirme heyecan ve umudunu yitirmesi üzerine odaklandığı için, kaçınılmaz olarak ortaya bir çöküş ve çürüme, dolayısıyla ölüm anlatısı çıkmaktadır.2
Öte yandan Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı, bir kuşağın romanı olmasının yanı sıra, bir şehrin romanıdır ve anlatı mekânı olan başkentin yirminci yüzyılın ikinci yarısında yaşanan el değiştirme öyküsünü aktarır. Kırsaldan ve tarımsal üretimden koparak şehirlere akan nüfus, toplumdaki ekonomik altyapının dönüşümleri, güçlü ve yaygın bir sanayileşme sağlayamadığı için, feodal kültürün ilişki biçimlerini geride bırakarak şehirlileşememiş, bu durumdan kaynaklanan çelişki ve uyumsuzluklar çeşitli çatışma alanları üreterek şehri yormuş ve yıpratmıştır. Dolayısıyla roman bir 'yükseliş' değil, her anlamda bir 'çöküş' anlatısıdır. Gerek Güneş Saygılı ve ait olduğu kuşak, gerekse bu kuşağın en azından yetişkinlik dönemlerini yaşadıkları ve dönüşümüne tanıklık ettikleri şehir açısından roman 'dağın öteki yüzünü', yani zirveye tırmanışı değil inişi anlatır.
Geniş mekân anlamında roman başkentte geçer; genelde şehrin adı pek anılmamakla birlikte şehrin simgesinin "Hitit Güneşi" olduğu belirtilmiştir (25). Metnin bütünü içinde çok önemli bir varlığa sahiptir şehir. Güneş ve kuşağının, romanda anlatılan dönem içinde yaşadığı fiziksel çöküş ve duygusal yitimlere koşut olarak, simgesi !güneş' olan şehir de ışığını yitirerek kararmakta, âdeta şehrin güneşi batmaktadır. Roman 1970'lerde açılır; yetmişlerde şehir "hâlâ ülkenin gözbebeği olduğu durumlardaki halini biraz da olsa hatırlatmakta[dır]" (9). Şehrin ve insanlarının dönüşümü, gözlemlere dayanılarak tarihsel süreç içerisinde aktarılırken, ikinci bir düzlemde ise metin "gözün göremediği uzamlar" olarak adlandırılan ve ilginç bir şekilde "virüsler" ile ilişkilendirilen farklı bir boyuta odaklanır. Metnin zamandaki ileri geri sarmaları belirleyerek dönem bildiren bölüm girişleri, aynı zamanda sürekli yinelenen "Gözün Göremediği Uzamlar" başlığıyla şehrin iki katmanlı varlığının temsil ettiği kültür-doğa ilişkisine dikkat çeker: Caddenin, asfaltın, kaldırımların üstünde yaşayanlar ve yaşananlar ile "toprağın koynunda uyuyan" ve "etkinleşebilmek için bir rastlantı bek[leyen]" virüslerin macerası birbirine koşut anlatılır (9; 241).
"Gözün Göremediği Uzamlar" virüslerin, yani doğanın alanıdır. İnsan-doğa ilişkisi, başkentin büyüme sürecinde uyumdan çatışmaya doğru değişirken metin, virüslerin ve şehrin dönüşümlerini birlikte takip eder. Virüsler ile şehrin ilişkisi, yazarın doğa ile insanın birbirinden çözülemez varlıklarını, aslında insanın da doğa olduğu gerçeğini vurguladığı ilişkidir. İnsanların doğa karşıtı, doğaya zarar veren eylemlerinin, nihaî olarak doğanın bir parçası olan kendilerini de vurduğunu anlamaları her zaman gerçekleşmez. Virüslerin "toprağın koynunda[ki]" uzun ve derin uykusunu bölen, şehrin el değiştirmesi ve şehrin yeni sakinlerinin bir yandan doğayı diğer yandan aklı ve bilimi hiçe sayan edimleridir (9). Oysaki insanın üzerine uygarlığını kurduğunu doğayı yok saymasının da yok etmesinin de bedeli vardır. Romanda çok önemli ikili işleve sahiptir "virüsler": Bir yandan insanların cehalet, bencillik ve akıl dışı eylemlerine işaret ederler; diğer yandan, akıl karşıtlığı, doğanın kaçınılmaz vuruşuna, adeta intikamına yol açtığında ise yıkıma ve ölüme neden olurlar.3 Virüs sözcüğü, Latince'de zehir anlamına gelmektedir ve şehir cehalet, bencillik, çıkarcılık gibi akla ve bilime ters düşen tutumlar nedeniyle içinde yaşayanlar tarafından zehirlenmektedir.
Metnin bütünü içinde çok önemli merkezî bir varlığa sahip olan şehir, başlangıçtan sona doğru sürekli hırpalanarak çöken ve ölüme yaklaşan bir canlı varlık olarak çizilmiştir. Virüslerin etkinleşme süreci ise, modern zaman insanlarının yaşama alanı olan büyük şehrin ölüm fermanını hazırlar; virüsler canlanmaya başladıkça şehir ölmeye başlar. 1970'ler ve 80'lerde siyasi ölümlerle "insanlara kıyılır[ken]," şehre kıyılmaya "henüz" başlanmamıştır; "Onarıyorum diye paralayan haramilerin" eline geç[memiştir] henüz şehir"; virüslerin "kaldırımların derininden, toprağın bağrından yukarı doğru" tırmanma devri başlamamıştır (57). Öte yandan 80'ler, şehrin iç göçle sürekli artan nüfusunu taşımakta zorlanmaya ve bu süreçte "yıpran[maya]" başladığı dönemdir (51); bu dönemde şehrin "yorgun, suskun, ışıksız" kaldığı çok olur (91). 80'lerde başlayan el değiştirme ve yıpranma süreci, birkaç on yıllık bir zaman dilimi sonunda şehri tamamen dönüştürmüştür: Yirmi birinci yüzyıla girildiğinde "hırpalan[mış]," "prangaya vurulmuş," "zehirlen[miş]" bir şehir vardır ortada (25; 35; 107). Şehrin yeni sahiplerinin elinde, toprağın bağrını delen "kazma darbeleri ve greyder homurtuları virüslerin uykularını" da delmektedir (25). "Şehrin bağırsakları" deşilirken "virüsler kıvıl kıvıl" harekete geçmiş (35), "kanalizasyon sızıntılarında, kokuşan çöplüklerde kabara köpüre mayala[narak]" şehri zehirlemeye başlamışlardır (107).
Seksenlerden başlayarak yirmi birinci yüzyıla ulaşan süreçte sırasıyla, hastalanma, yaralanma, tutsaklık, zehirlenme ve ölüm imgeleriyle var olur romanda başkent. 80'lerde hızla artan nüfusun getirdiği ağır yüke yaralı bir canlının verdiği tepkileri vermektedir: "Şehir yara bere almaya başladı; iç kanaması var, henüz dıştan belli olmayan. Şimdilik hayati damarları ikide birde tıkanıyor ya da kopuyor, karanlıklara gömülüyor şehir" (51). Yirmi birinci yüzyıla varıldığında şehir ve iktidarın yeni sahipleri arasındaki kutuplaşma keskinleşmiştir; bu aşamada saldırıya uğrama ve tutsaklık imgeleri öne çıkar: "Şehir tutsak mı alındı? İşkencecilerin insafına mı kaldı? Yok mu feryadını işiten? Acemi eller şehrin bağırsaklarını dökmüş ortaya" (35). Ardından "insani yaşamı yok etmenin gücü" başkentin "can damarlarına" karışarak şehri zehirler (107); sona yaklaşılırken artık "şehir can çekiş[mektedir]" ve şehrin son günleri apokaliptik bir atmosfer içerisinde, yaklaşan kıyamet günü imgeleriyle anlatılır (25).
Romanda neredeyse şehir ile özdeşleştirilmiş bir yerleşim mekânı olan apartmanların bodrum katlarındaki loş ve rutubetli kapıcı daireleri ile üst katlarda apartman sakinlerinin oturdukları ışıklı ve ferah daireler arasındaki uzaklık ve aşağıdaki-yukarıdaki hiyerarşisi, simgesel olarak şehrin insanlarının yaşadıkları bir bölünmeye işaret etmektedir. Bu bölünme, şehirliler ve bir türlü şehirlileşemeyenler, eğitimli orta sınıf aydınlar ve kırsaldan çözülüp şehirlere yığılanlar arasındaki kopukluğu, mekânsal olarak somutlaştırarak vurgular. Modern olmayı başaramamış bir kapitalist metropol olarak çizilen şehir, modernite projesinin başarısızlığı olarak ortaya konurken, kırsal köklerinden koparak şehre göçen, toprağa bağlı, sınırları belli, yalın bir yaşamdan şehrin karmaşık ve kozmopolit yaşamına eklemlenen, kapıcı dairelerine ya da merkezden uzaktaki varoşlara yerleşen şehrin yeni sakinleri, uyum ve ilerleme değil bozulma ve yozlaşma imgeleri ile anlatılır: "Yüreklerinde Tanrı korkusu taşıyan köylüler, apartmanların bodrum katlarında, kentleri kuşatan çerden çöpten mahallelerde, nasıl, yalan yiyip yalan konuşan, yalan soluyan bir kitleye dönüşmüşlerdi, toprağa bağlı yaşamın akraba söylemini dillerinden eksik etmeden?" (38)
Romanda mekân kullanımı özel bir önem taşır; adeta tiyatro sahnesinde dekor kullanımı gibi ayrıntılı mekân betimlemeleri kullanılmıştır. "Oda," "Asansör," "Kapıcı Dairesi," "Dernek" gibi farklı iç mekânlar, hem alt başlıklar hem de farklı sahneler olarak kullanılmıştır metinde. Güneş Saygılı'nın önce ailesiyle birlikte, onların ölümünden sonra da tek başına yaşadığı apartman dairesinin konuk odası, romanın açıldığı mekân olmanın yanı sıra, roman boyunca en fazla kullanılan ve simgesel yükü olan en önemli iç mekândır. İlerleyen yıllarda aynı oda Güneş Saygılı'nın yaşam ve "yazı odası" işlevini de üstlenir. Oda, eskiyen eşyalar ve zaman içinde biriken anılarla geçmişi bugüne taşırken, başkent ise hem mecazi hem de gerçek anlamda olumluya evrilmeyen bir değişim geçirmektedir. Bu çerçevede, "hem kendine yeten bir bütün" "hem de kollarını açmış bekleyen sevecen bir kucak" olarak betimlenen oda, dinginliği, süregeleni, değişmeyeni, dışarısı ise değişeni, bozulanı, yozlaşanı temsil eder (5). Anlatıcı odayı "sessiz" ve "dingin [bir] vaha" olarak nitelerken, dışarıdaki olumsuz değişimi işaret etmek üzere çöp metaforları kullanılmıştır: "Oda, yıkılan bir başkentin çöp ve kanalizasyon kokulu artıklarının üstünde, yeşil dallara ve gökyüzüne, bulutlara doğru yüzen bir hatıralar yanılsamasıdır" (7). Ayrıca oda, romandaki karakterleri farklı etkilemekte, onlar için yaşamlarının farklı dönemlerinde farklı anlamlar taşımaktadır. Hem roman hem de Güneş Saygılı'nın metinde tanığı olduğumuz kadarıyla yaşamı bu odada başlar ve biter.
Dinginlik ve güvenlik duygusu ile özdeşleştirilen odanın karşı kutbunda kullanılan mekânlar ise "Cezaevi" ve "Otel" bölümlerinde karşımıza çıkar (75; 83; 185). Her iki mekân da, romanda, tehlike, tehdit, tutsaklık, işkence ve ölümle ilişkilendirilen şiddet mekânları olarak belirirlerken aynı zamanda bir toplumun din, etnik aidiyet, siyasal yönelim hatlarında ayrışmasıyla ortaya çıkan ürkütücü kutuplaşmaların altını çizen mekânlardır. "Orta Anadolu bozkırıyla çorak Doğu Anadolu yaylalarının birbirine ulandığı o kıraç şehirlerden birinde," "kör ve saldırgan bağnazlık" tarafından kundaklanan otelin cehennemi, gerek ülkenin gerekse Güneş Saygılı'nın yaşamında yakıcı bir dönüm noktası olarak derin ve silinmez bir iz bırakır (185; 190).
Güneş Saygılı'nın yaşamındaki belirleyici deneyimlerden ilki, "basit, önemsiz" bir apandisit ameliyatından sağ çıkamayan ikizi Ülker'den koparılarak "noksanlı" bir yaşama mahkûm edilmesidir (23; 111). Genç kadınlık döneminin en örseleyici deneyimi ise büyük bir aşkla bağlandığı Doğan tarafından terk edilmek olmuştur. Yaşamındaki ikinci koparılma, yitim ve yoksunluk deneyimidir bu. Adlarının da ele verdiği gibi, özellikle Güneş açısından Doğan, tümden geride bırakılamayan bir sevda ilişkisi olmuştur. Beraberliklerinin hayata geçmesi aslında her iki karakter için de bir hayatiyet meselesidir. Hayatından Güneş'i çıkarmakla Doğan, ışıksız, "çorak" bir yaşamı seçmiş, bir kez daha sevgiyle bağlandığı insandan kendi kararı ve seçimi dışında koparılmakla Güneş de hayata güvenme duygusunu yitirmiştir (15). "Doğan'dan doğan acı" yaşamı boyunca sürmüş, Güneş'in üzerinden çekilmeyen bir koyu gölge olarak kalmıştır (121). Orta yaşın sonlarında tekrar karşılaşmaları, her ikisi için de tazelenmek, hatta yeniden doğmak konusunda son fırsat iken Doğan'ın yine "kırk kilit altında saklı" iç dünyasına kapanmayı seçmesi, yaşamlarının son şansını ve sonbaharını da ellerinden almıştır (112).
Güneş Saygılı'nın hayatına giren her iki erkek de Anadolu bozkırının farklı köşelerindeki yoksulluk ve yoksunluktan, Cumhuriyet Türkiyesi'nin istekli ve yetenekli hemen her gence sunduğu eğitim olanağıyla kurtularak bir mesleğe ve mekânsal olarak roman karakterlerini bir araya getiren başkente ulaşmışlardır. Köy kökenli her iki erkeğin hayat yolculuğu da, bilgiye ulaşarak aydınlanmanın ve ilerlemenin, yani Cumhuriyet'in modernleşme projesinin temel özelliklerini temsil etmektedir; bu bağlamda ilerlemenin motor meslekleri olarak birinin mühendis diğerinin öğretmen olması anlamlıdır. Güneş Saygılı da dahil olmak üzere bu insanların siyasî mücadele içinde yer almaları, daha iyi bir dünya yaratma ideali ve sorumluluğu ile çabalamaları, ilerlemeci akılcılığın bir uzantısı ve yansımasıdır.
Güneş Saygılı'nın hayatından geçen erkekler, çok kısa bir flört dönemi yaşadığı ama gerçek bir ilişkiye dönüşmeyen Ali, yaşamı boyunca "etine ve belleğine gömülü . . . bir mayın olarak" kalan ilk aşkı Doğan ve yaşamında uzun süreli son ilişkisini yaşadığı Şair'dir (113). Roman, Güneş'le kurdukları --ya da kuramadıkları-- ilişkilerden yola çıkarak bu erkeklerin kişiliklerini derinlemesine çözümlerken, binlerce yıllık erkek egemen kültürün, sınıfsal ve yöresel kökenlerin, kişisel geçmişten getirilen anılar ve deneyimlerin ortaklaşa yarattığı mirasın yükünün, bu ilişkilerde ortaya çıkan kadın ve erkek kimliklerine etkilerini inceler. Bu erkeklerin hiçbiri, toplumsal cinsiyet bağlamında aydınlanmanın ürünleri değildirler. Aldıkları eğitime ve yeni ortamlarında geliştirdikleri yaşama kültürüne, entelektüel anlamdaki birikimlerine rağmen, her birinin içinde, özellikle karşı cinsle kurdukları duygusal ve cinsel ilişkilerde, modern bireyler olmalarını engelleyen "omurilikte kıstırılmış o eskil adam" yaşamakta, çağa ve zihinsel donanımlarına uygun ilişkiler kurmalarını, ilişkilerini özgürce yaşamalarını engellemektedir (89). Öte yandan, ilginçtir ki erkek egemen bir kültürde yalnız bir kadın olarak yaşamını sürdüren Güneş, bu erkeklerle kurduğu ilişkilerde onlardan daha modern ve özgür olabilmeyi başarmıştır. Bu anlamda Güneş, kendilerini yaşamlarının farklı dönemlerinde devrimci olarak niteleyen bu erkeklerden daha devrimci ve yenilikçidir.
Romanda ana metnin içine italik yazıyla eklenmiş ve tiyatro sahnesinde dans eden kadın imgelerini betimleyen kısa metinler, yazarın dansı, kadınların yaşadıkları dillendirilemeyen acıları ifade edebilecek kendi başına bir dil olarak kullanma deneyiminin ürünleridir. Dile hiç erişememiş ya da susturulmuş kadınlar ülkesinde, dili ve sözcükleri gereksinmeyen bir ifade biçimi olan dans, Güneş'in sözcükleriyle ancak "bir ıstırap balesi" olacaktır; "hayatın kestirilemezliğini, güvencesizliğini vurgulayan, üstünden akıp geçtiği eşyanın güven veren durağanlığıyla taban tabana zıt" bir dans (100). Öte yandan kadın bedenini ya tümüyle erkek denetiminde tutan ya da yok sayan bir kültürde beden ile ifade edilen duygu, belki de yazara göre kadının yok sayılan bedeni ile önemsenmeyen duygularının nihayet tümlenebilmesi anlamını taşımaktadır. Erkek egemen dünyada, kadının beden ve ruh/duygu olarak bölünmüş algılanması yaygındır; kadının beden ve bilinç bütünlüğünün erkek zihninde parçalanması, hem kadın hem erkeği olumsuz etkilemekte, yalnızca duygusal ve cinsel değil farklı alanlardaki her türlü kadın-erkek ilişkisini zedelemektedir. Romanda her alanda süren bir bütünsellik arayışı baştan sona dikkat çekicidir. Bütünsellik ihtiyacının en elzem olduğu alanlardan biridir kadının erkek algısında ve zihninde bir bütün olarak belirmesi; Doğan'ın deneyiminde olduğu gibi, "Güneş adını taşıyan gövdeyle aynı adla çağrılan kişiliğin genç adamın zihninde ve duygularında buluşup kaynaştığı nadir anları" daim kılmak, Güneşler ile Doğanları buluşturabilmenin ve bütünleyebilmenin yoludur (62).
Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı, ülkenin ve dönemin siyasî tarihine eğilmesinin yanı sıra edebiyat üzerine düşünen, toplum, kültür ve edebiyat ilişkisini inceleyen, farklı edebi türleri ve dili tartışan, yeni Türk edebiyatını ve edebiyat eleştirisini değerlendiren bir metindir. Romanın ana karakteri Güneş Saygılı'nın, şair sevgilisiyle edebiyat tartışmalarına girebilecek ölçüde donanımlı bir okur ve orta yaş döneminde edebiyat çevrelerinde belli ölçüde saygınlık kazanmış bir yazar olmasının da katkısıyla, roman, edebiyat bilinci ve dünya edebiyat mirasına dâhil olma iddiası güçlü bir metin olarak karşımıza çıkar. Atasü'nün bu romanında selamladığı dünya yazarlarından Albert Camus, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupalı aydınların yaşadıkları yabancılaşma ve düş kırıklıklarını anlatır. Atasü, benzer bir deneyimi, ülkesinin solcu aydınlarının ardı ardına gelen askeri darbeler ertesinde yeni bir dünya düzeni kurulur, Türkiye'nin çehresi ve yönü değişirken yaşadıkları yabancılaşma, yalnızlaşma ve düş kırıklıklarında bulur; bu süreçte bağımsızlık ideali terk edilmiş, ülke emperyalizmin boyunduruğuna girmiştir. Camus ilk kez 1947'de yayınlanan romanı Veba'da, insan yaşamına yönelik tehlike ve yıkıma odaklanır.4 Ölüme yazgılı insan için asıl mesele, nihaî bir zafer olmadığını bilerek yaşam için mücadele etmek ve direnmektir. Camus'ye göre insanı insanlaştıran bu süreçtir. Atasü'nün romanındaki virüsler de, aynen Camus'nün Veba'sında olduğu gibi insanın doğa, ölüm, cehalet ya da baskıcı sistemler karşısındaki güçsüzlük ve çaresizliğine işaret ederler. Atasü'nün romanında yarattığı olumlu karakterler, insanca bir yaşam için mücadele eder ve baskı karşısında direnirler. Romanın ana karakteri Güneş Saygılı, yola birlikte çıktığı arkadaşlarının savrulmalarını anlatır ve anlamaya çalışırken, kendi yaşamında dürüstlük, adalet duygusu ve romanın adında da karşımıza çıkan "gerçek" arayışı ile sorumlu bir aydın resmi çizer. Adının yansıttığı gibi, insan olmanın ışığını, kendini sorgulamaya ve bu süreçte sürekli değişmeye açık kişiliğinde taşıyan, Camus'nün Veba'sındaki Doktor Rieux karakteri gibi hayata ve insana saygısı kişiliğinin değişmezi olan olumlu bir karakter olarak belirir romanda.
Öte yandan biyografik bir başlık olarak karşımıza çıkan roman adı, Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı, benzer şekilde kurgusal bir biyografi ve Rus asıllı Vladimir Nabokov'un İngilizce yazdığı ilk kitap olan Sebastian Knight'ın Gerçek Yaşamı'nı çağrıştırır.5 İlk kez 1941'de yayımlanan bu postmodern roman, Atasü'nün 2011'de yayınlanan ve daha önceki romanları gibi modernist bir anlatı olan son romanından farklılığıyla öne çıkar. Aynen yaratıcısı gibi, Atasü'nün bu romandaki başkişisi Güneş Saygılı'nın kendisine "sınırlı bir ün" ve "edebiyat tarihinde belli bir yer" kazandıran yazarlığında, "gözde izleği, çürüme karşısında dehşete düşen, yaralanıp berelenen, itilip kakılan gene de direncini tümden yitirmeyen, genel yozlaşmadan kendini tümden yalıtamasa da bozulmaya katkısı en alt düzeyde kalmış," Camus'nün Doktor Rieux karakterine benzer şekilde, "özü temiz insanın dramı[dır]" (38). Güneş, ilişkileri koptuktan yıllar sonraki bir karşılaşmalarında postmodern roman üzerine tartıştığı Şair'e, başarılı bir postmodern romanın "yazardan metnin üstünde müthiş bir egemenlik," "sıkı bir denetim" talep ettiğini ve bunun da büyük bir edebiyat yeteneğinin yanı sıra ciddi bir denetleme gücü gerektirdiğini söylerken, başarılı bir postmodern yazar olarak Nabokov'un adını anar ve böylece romanının adını esinleyen kaynağa selam gönderir (210-11). Her iki yapıt da kurgusal bir yazarın hayat öyküsü üzerine kurulmuş romanlar gibi gözükmelerine rağmen, Nabokov'un postmodern anlatı teknikleri kullanan romanı, Sebastian Knight'ın "gerçek yaşamına" ulaşmaya çalışan anlatıcı biyografi yazarı ile yazar Sebastian Knight'ın kimliklerinin birbiri içine geçmesiyle, gerçekle fantezinin birbirine karışmasıyla sona erer. Diğer yandan, zamanda ileri geri sarmalar, mekânda sıçramalar, ana metnin arasına giren ve italikle verilen dans betimlemeleri, paralel anlatılar gibi teknikler kullandığı kendi modernist anlatısında Atasü, romanın başkişisi Güneş Saygılı'nın "içsel yaşamını," Güneş'in hayatında, kimliğini ve kişiliğini belirleyici rolü olan insanlarla ilişkilerine odaklanarak keşfe çıkarken, bu süreçte ülkesinin toplumsal ve siyasal tarihini de gerçekçi ve eleştirel bir bakışla çözümlemeyi hedefler (287).
Temel meselelerinden biri olarak şehir-insan ilişkisini ele alan Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı'nda şehrin değişim süreci içinde çöpün özel bir önemi ve merkezî bir rolü vardır. Latife Tekin'in 1984'te yayımlanan ikinci romanı Berci Kristin Çöp Masalları, göçlerle değişen şehrin hikâyesini, merceğini şehrin varoşlarında, çöplerden toplanan malzemelerle kurulan gecekondu mahallelerine tutarak anlatırken, Atasü, aynı süreci, çöpleri üreten şehir merkezinden ve apartmanlardan bakarak anlatır.6 Bu bağlamda Atasü'nün selamladığı yazarlar arasındadır Tekin. Diğer yandan, eleştirmenler, Berci Kristin Çöp Masalları'nın "bir doğuş, bir kuruluş, bir türeyiş öyküsü"7 olduğuna dikkat çekerlerken, Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı, tersine, bir çöküş, bitiş ve ölüm anlatısıdır. Tekin'in gecekondu masalı, şehrin çöpünden doğan bir hayatın ve mekânın öyküsünde çöpe yapıcı bir işlev yüklerken, Atasü, bir şehrin ve bir uygarlığın çürümesini ve çöküşünü işaret etmek üzere çöp metaforları kullanır. Metinde karşımıza çıkan şehir manzaraları, roman sona ilerlerken âdeta mahşer günü imgelerine dönüşür. Bir zamanlar "ülkenin göz bebeği" olan başkent, yirmi birinci yüzyılın başında artık bir "kâbus şehrine" dönüşmüş, "çöp yığınları arasında çürümeye terkedilmiş[tir] (9; 53; 55). Vahşi kapitalizmin, "yasasız ticaretin," taşeronluk sisteminin egemen olduğu başkent, başat değerler anlamında da bir çöplük şehirdir artık: Rant peşinde, akıl, bilim ve sağduyuya sırt dönülmüş, insanlığa ilişkin değerler altüst edilmiş, emek sömürüsü yaygın kılınmış, insandan yana yönetimler yok olmuştur (202).
Romanın son bölümü, "Çöken Şehir" alt başlığının işaret ettiği üzere, yozlaşmış bir toplum ve uygarlığın çöküşüne tanıklık eden apokaliptik bir anlatıdır. Dolayısıyla, Güneş'in zamanın ve mekânın sonuna dair kaygılarını dillendirdiği bölümdür bu: "Ama ya geleceğin de sonuna gelinmişse? . . . İnsan da, yeryüzünden silinmiş onca canlı türü gibi yok olabilir günün birinde" (250). Güneş, "zamanın ağır ağır can çekişen bir hasta gibi türlü öngörülemez eza cefa ile kâinata veda edeceği bir kıyamet gününe doğru eğrilişine" tanıklık etmek istememektedir (257). Zaman ve mekânın tükendiği düşünülen noktada yaygın bir karamsarlık ve umutsuzluk duygusu egemen olur anlatıya. Apokaliptik anlatılarda uygarlığın çöküşü ve dünyanın sonu, nükleer savaş, salgın hastalık, ya da doğal bir felâketle gelir. Bu romanda Atasü, apokaliptik anlatı geleneğinden yararlanarak türün bazı özelliklerini kendi metninde altını çizmek istediği sorunlar çerçevesinde kullanır ve "Virüsler ve Çöpler" ilişkisinden doğan bir salgın hastalık ile sonlandırır kendi romanındaki zamanı ve mekânı (207). Romanda, "yaratıkların en belâlısı insanı dizginlemek için, doğanın ... türettiği söyle[nen]" virüslerin etkin hale geçmelerinden, şehri ve insanlarını zehirleme aşamasına gelmelerine uzanan süreçte çöpler özel bir işlev yüklenmişlerdir (229). Yazar, çöpü, günümüz tüketim toplumunun mecazı olarak kullanmanın ötesinde, esasen söz konusu dönemde ülkedeki sağlıksız ekonomik ve toplumsal gelişmelere dikkat çekecek şekilde kullanır: Yeni binyıla girerken köyden kente göç artarak devam etmekte, ancak yeni gelenler üretime dâhil edilmek yerine, tüketimin atık ve artıkları olan çöplerle uğraşan "çöp-adamlara" dönüşmektedirler; çünkü "[ç]öpe muhtaç koymuştu[r] ülke insanlarını" (207). Yirmi birinci yüzyılın başında, Tekin'in çeyrek yüzyıl önceki "çöp" masallarından farklı olarak, artık çöplerin içinden yeni bir hayatın doğması olanağı yoktur; tersine çöplerin içinden "devasız bir salgın," başkentin ve uygarlığın sonunu getirecek ölüm türeyecektir (256).
Ütopya olarak adlandırılabilecek kusursuz bir düzen ve ideal bir toplum yaratma düşüyle yola çıkmış olan Güneş ve kuşağının, kendilerini, tüm toplumsal bağların çözüldüğü totaliter ve baskıcı bir düzen, yani bir karşı-ütopya içinde bulmaları, yaşamaktan kaçamadıkları bir çelişkidir ve karakterlerden her biri bu çelişkiyle kendilerince baş etmeye çalışır. Ali, yeni düzenle uzlaşırken, Doğan, tepkilerini yatıştırıp acısını uyuşturacak "bira şişelerine" yönelir (291). Güneş'in aşamalı bir değişim sonucunda kendini içinde bulduğu bu karanlık dünyaya nihaî tepkisi, "çürümeye durmuş bir dünya" ve artık tanınmaz hale gelerek "çöp yığınları arasında kokuşan şehri" terk etme kararı almasıdır (192;197). Son aşamada başkentte yaşananlar tam anlamıyla bir karşı-ütopya resmi çizmektedir: Güneş, "19:00'da kaba saba görevlilerin kapıları kırarak binaları basacaklarını, geride kalan varsa itip kakacaklarını, ateşlerini ölçüp hastalığı kapmışları bir araya toplayacaklarını, ateşi yüksek olmayanları ıssız kaderleriyle yüzleşmek üzere, leşlerle dolu sokaklara yaka paça fırlatıp atacaklarını bil[mektedir]" (286). Güneş Saygılı'nın hayat yolculuğu, ne yazık ki onu ışıklı bir ütopya düşünden kapkaranlık bir distopya gerçeğine taşımıştır. Kendini içinde bulduğu dünya, özgürlüklerin yok edildiği baskıcı bir düzenin hüküm sürdüğü, cehennemden farksız bir karşı-ütopya dünyasıdır: Güneş Saygılı, "kokuşmuş bir gerçeklikte, atık ve dışkı dizgesine batmakta ol[an]," "bodrum katlarında sıçanların cirit attığı," "kaldırımlarda virüslerin yayıldığı" başkenti, baştan sona yaşamının değişmez mekânı olan "zamana meydan okuyan bu oda" ve köhnemiş eski apartmanla birlikte terk edecektir (202; 276). Güneş'e göre, "Kişi uçurumun kıyısında bulmuşsa kendini, tükenmişse zaman ve mekân, atlamalı[dır]" (286).
Cehennemî bir dünyayı, "evlerde bulunabilen, ya da sağlanması kolay malzemeyle basitçe hazırlan[an]" bir patlayıcı olan "Cehennem şurubu" ile en azından kendi kişisel mekânını yok ederek ve bireysel zamanını sonlandırarak terk eder Güneş (285). Bir yandan da, hayatının en belirleyici hedefi olan "bütünsellik" arayışına, parçacıklardan bir "bireşime varmak" arzu ve özlemine bir yanıttır aslında bu (155). Bir yaşamın sonuna, bilerek, seçerek, nedenlerin farkındalığıyla karar vermek, böylece yaşam anlatısına noktayı koymak, yaşam öyküsünün bütünselliğini sağlar. Dolayısıyla Güneş Saygılı'nın yaşam öyküsü ve Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı, biyografinin nesnesi olan hayatın sona ermesiyle, yani Güneş Saygılı'nın yaşamının sona ererek yaşam anlatısının bütünlüğe erişmesiyle noktalanır.8
*Ege Üniversitesi Fen Edebiyat fakültesi Öğ. Üyesi
_______________________________________________
1 Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı. İstanbul: Everest Yayınları, 2011.
2 Erendiz Atasü'nün 2011'de yayımlanan Hayatın En Mutlu An'ı özellikle hayatın yaşlılık evresi üzerine odaklanan öykülerden oluşur. Bu öykülerde yazar, olgunlaşma süreçlerinin sancılarını atlatmış, bu kez de "dağın öteki yüzünün," yani inişin, çöküşün, çözülüş ve yaşlanmanın sancılı süreçlerini yaşayan karakterleri ele alarak, aynen büyümek gibi evrensel bir insan deneyimi olan yaşlanmayı, bu deneyimin kişiyi yüzleşmek zorunda bıraktığı tüm varoluşsal sorular ve sorunlarla inceler. Kitaba adını veren öykü olan "Hayatın En Mutlu An'ı," Gazioğlu ailesinin hayatını 1972 baharından bugüne izlerken, yozlaşma ve çöküş her yerde gözlemlenir: evler, şehir, insan ilişkileri, yitirilen gençlik, yıkılan hayaller ve kaybolan idealizm. . . Bu anlamda Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı ile "Hayatın En Mutlu An'ı" öyküsü arasında izleksel bağlar belirgindir.
3 Atasü'nün Hayatın En Mutlu An'ı adlı öykü kitabındaki "Fikir Ayrılığı" öyküsünde depremin şehri vurması ve yol açtığı yıkım ve ölüm gibi. Romanda virüslerin sahip olduğu işlevi, bu öyküde deprem üstlenmiştir. Her iki durumda da insanın kendini doğadan ayırmasının ötesinde doğayı yok saymasının bedelidir ortaya çıkan yıkım ve kayıplar.
4 Camus, Albert. Veba (1947) İstanbul: Can Yayınları, 1997.
5 Nabokov, Vladimir. Sebastian Knight'ın Gerçek Yaşamı (1941) İstanbul: Metis Yayınları, 1994.
6 Tekin, Latife. Berci Kristin Çöp Masalları (1984) İstanbul: Everest Yayınları, 2003.
7 Tekin, Latife. Berci Kristin Çöp Masalları (1984) İstanbul: Everest Yayınları, 2003. Arka kapak yazısı.
8 Yıkım ve ölümle gerçekleşen bütünsellik, ilk bakışta kendi içinde bir çelişki gibi görünse de, Atasü'nün "gün batımı" romanı, yok oluşa, içinden yeni başlangıçları doğurma gücü atfettiği içindir ki roman izleksel bir paradoks içermez.