Oya Batum Menteşe

Kadın Dilinden Aşk: Gençliğin O Yakıcı Mevsimi

Oya Batum Menteşe*

Erendiz Atasü'nün ikinci romanı Gençliğin O Yakıcı Mevsimi, ilk romanı Dağın Öteki Yüzü'nün yazar/anlatıcı kişisinin gençlik ve aşk serüvenini ele alıyor bu kez. İlk romanda anne ve babasının mektuplarından esinlenerek, Cumhuriyet'in birinci kuşağının gençlikten yaşlılığa uzanan öyküsünü anlatan yazar veya anlatıcı kişi, bu romanda Cumhuriyet'in ikinci kuşağının; kendi kuşağının gençlikten orta yaş sınırına uzanan öyküsünü yazmış. Yazar öyküyü yine tarihsel-toplumsal bir kesit içerisine oturtup yine olayları evrenselleştirerek; birçok kişinin benzer öyküsü yaparak yazmış. Her iki romanda da yaşlı anne, genç kadın ve kız çocuk üçgeninin tekrarlanması, her iki romanın benzer bir şekilde sonlanmaları, iki roman arasında bağın kurulmasını sağlıyor, ikinci romanda da otobiyografik öğelerin olabileceği düşüncesine hazırlıyor okuru. Romanın odak noktası kadın. Yazar ele aldığı kuşağın kadınının ilk gençlik, evlilik ve boşanmadan yalnızlığa uzanan aşk serüvenini dile getiriyor. Romanın başlığından da anlaşılacağı gibi bu serüven salt duygusal değil, aynı zamanda bedensel de. Yazar'ın kendi deyişi ile bir "ten serüveni", ve kadının "ten serüveni" yine bir kadın yazarın kaleminden aktarılıyor.

21. yüzyıl başındaki okur için, kadın yazarın kadının aşk hayatını her cephesiyle anlatması, hiç de yadırganacak bir olay değil. Gerek dünya, gerekse Türk edebiyatında bunun birçok örneği görülmekte; Türk edebiyatında hemen Pınar Kür'ün yapıtları, Duygu Asena'nın Kadının Adı Yok'la başlayan romanları ile Adalet Ağaoğlu'nun Ruh Üşümesi geliveriyor akla. Ancak kadın yazarın gerçek anlamı ile on sekizinci yüzyılın ikinci yansında ortaya çıktığını, kadın romancının kendisini on dokuzuncu yüzyılda kabul ettirdiğini ve kadının kendi duygusal dünyasını yazılı olarak ancak iki yüzyıldır, o da koşullar elverdiği kadar aktarabildiğini düşünürsek, bir kadın yazarın hem de edebi roman türü içersinden, kendi "ten serüvenini" anlatmak için ortaya çıkışının yirmi birinci yüzyılın başında bile olağan bir şey olmadığını hemen görüveririz. Daha 20. yüzyılın başında Freud kadınları cinsel yaşamları konusunda gizlilik içinde olmakla suçluyordu. Freud'a göre:

Kadının erotik yaşamı, kısmen uygar koşulların kısıtlayıcı etkisi ve kısmen de kadınların geleneksel olarak gizlilikten hoşlanmaları ve yapısal sahtekârlıkları nedeniyle -hâlâ içine işlenemeyecek bir belirsizlikle peçelenmiştir (Showalter 1992: 144)(1).

Freud'un bu yargısının pek de haklı olmadığı açıktır, çünkü kadın ne zaman gerçek duygu ve düşüncelerini açıkça ifade etse veya etmeye kalksa önce erkek eleştirmenin, sonra da toplumun tepkisi ile karşılaşmıştır. Yine Elaine Showalter, Francis E. Paget adlı bir İngiliz sanat eleştirmeninin 1860'larda kadın romancılar için şunları yazdığını bize söyler:

Hiçbir erkek, ne bu kitapların bazıları gibi kitap yazabilir, ne de yayınlamaya cesaret edebilir; hiçbir erkek, kadın ihtirasını böylesine anlatamaz... Hayır! bunları yazanlar kadın, bu kadınlar yazıları ile ruhların düşmanına (şeytana) yakışan görevleri yerine getiriyorlar; kötülüklerin üstünü hoşgörü ile örtüyor, zaafları çekici yapıyor, kontrolsüz ihtirasları açık saçık ayrıntılarla anlatıyorlar... Bunları kadınlar yapmıştır -ve böylece güçlerini kötüye kullanmış, yeteneklerini rezil etmişlerdir- oysa ki, kendi çağdaşları arasında parlak ve aydınlık ışıklar gibi durabilirlerdi (Showalter 1977: 153).

Bay Paget'nin itirazının özetle, kadın yazarın kalemini bir erkek yazar kadar özgürce kullanmasına karşı olduğunu söyleyebiliriz. Kadın yazarlığı konusuna özellikle eğilen ikinci kuşak feminist eleştirmenler ise (ki 60'lı yıllarla 90'lı yıllar arasında yazan feministlere ikinci kuşak deniliyor) kadının "gizlilikten hoşlanması" olgusunun (eğer hoşlanıyorsa) yapısal veya doğal değil kültürel olduğunu savunurlar. Yani kadın toplumsal kültürel baskılar sonucunda, Freud'un deyişi ile "sahtekâr" olmaya zorlanmıştır. Onlara göre kadın, yazar olarak da çeşitli baskılar altında yazdığı için, kendisini tam anlamı ile özgürce ifade edemez, ikinci kuşak feminist eleştirmenlerin en ünlülerinden Sandra Gilbert ve Susan Gubar "The Madwoman in the Attic" (Tavan Arasındaki Deli) adlı kadın yazarlığın tarihçesini ele alan kitaplarında, kadın yazarın ta başlangıcından beri içinde bulunduğu çelişkileri şöyle dile getirmişlerdir:

...kadın sanatçının yalnızlığı, kendinden önce yazan erkek yazarlara ve kadın okurlara duyduğu gereksinim; erkek okurların düşman olacağı korkusu; kültürel koşullanmalar sonucu kendini ifade ürkekliği; erkek merkezli sanat otoritesi karşısındaki -dehşet duygusu; kendi yaratıcılığının yetersiz olduğu kaygısı -kısaca onda aşağılık kompleksini yaratan tüm bu olgular, kadın yazarın kendi sanatsal anlatımının ve kendini yaratma çabalarının erkek sanatçılarınkinden ne denli farklı olduğunun göstergesidir (Showalter 1986: 257).

Bu çelişkilerin yanı sıra kadın yazarın bir de "dil" sorunu vardır. Kadın yazar, dili kullanmayı erkek yazardan öğrendiği için kendini anlatmada, özellikle kendi duygusal ve cinsel yaşamını anlatmada dil açısından hiç de özgür değildir. Fransız feminist eleştirmen Carolyn Burke, kadının erkek dilini kullandığı sürece kendi duygu ve düşüncelerini asla ifade edemeyeceğini savunur, çünkü Burke'e göre erkekten öğrenilen müşterek dil, hâkim erkek söyleminin biçmelerini ve erkek egemen ideolojisinin izlerini taşımaktadır. Böylece kadın kendini yazmaya kalktığında yabancı bir dil konuşur gibidir, kısaca, kendini kişisel olarak rahat hissetmediği yeni bir dili kullanırken bulur (Ibid: 253).

Elaine Showalter'a göre, -tarih boyunca kadının hep erkek yazar tarafından anlatılması, kadının tam anlamı ile bilinmemesine yol açmış, kadın cinselliği çevresinde bir mitos oluşmuştur. Showalter, "peçe sözcüğü edebiyatta kadın cinselliğinin gizemini simgelemek için kullanılmış bir sözcüktür" diyor. "Tarihin ve sanatın en ünlü peçeli kadını Salome, Flaubert ve Oscar Wilde gibi sanatçıların kaleminden ve Aubrey Beardsley'in çizgilerinden erkek cinselliğinin saplantılarını simgeleyen ve de cinselliği ile hem baştan çıkartıcı hem de yok edici bir güç olarak ifade edilmiştir. Ancak bir kadın sanatçı ki, Showalter burada Amerikalı kadın ressam Ella Ferris Pell'in Salome'sini örnek gösterir, Salome'yi etiyle kemiği ile gerçek bir kadın olarak çizebilmiştir." (Showalter 1992: 144-168).

Demek ki kadın yazarın kendi duygu ve düşüncelerini ve dolayısıyla kendi cinselliğini, kendinin dile getirmesi öncelikle "etiyle kemiğiyle" gerçek bir kadının ne olduğunu anlamak, ikincil olarak kadının kendini ifade etme ve kendi farklı yaratıcılığını ortaya koyma ürkekliğinden kurtulmuş olduğunu göstermek bakımından önemlidir. Bunu yaparken de dilinin ve ifadesinin belli ölçülerde hâkim dilden farklılık göstereceğine şüphe yoktur, çünkü göreceli olarak kadın hem daha yeni yeni cinselliğinden söz edilebilecek özgürlüğe ulaşmıştır, hem de kültürel olarak cinselliğe yaklaşımı erkeğin yaklaşımından farklıdır.

Erendiz Atasü'nün ikinci romanının salt bu açılardan önemli olduğunu söylemek, romanın diğer özelliklerine gölge düşürmek olur. Çok yönlü ve özgün bir yapıt Gençliğin O Yakıcı Mevsimi, ama romanda aşk ve cinsellik ön plana çıkarıldığı için o konuya öncelik vermek doğru olacaktır kanımca. Birinci romanın aksine, bu romanın kişileri Cumhuriyet'in ikinci kuşağının temsilcileri ve bu ikinci kuşağın aşkı ve cinselliği algılaması da bir önceki kuşaktan çok farklı. Özellikle romanın kadın kişilerinin aşk yaşamlarında, bir önceki kuşağın aksine, romantizm değil cinsellik egemen. Aşk'a cinsellik yoluyla ulaşılıyor veya aşk cinselliğin gizli ifadesi gibi algılanıyor, zaten aşk'ın ne olduğu sorusu durmadan soruluyor romanda. Romanın kadınları, cinselliklerini gizlemek veya reddetmek şöyle dursun, onu arıyor ve gerçekleştirmek çabası içine giriyorlar. Ancak yine de gelişmemiş bir toplumda cinselliği yaşamak, cinsel olgunluğa erişmek, duygusal karmaşasız ve çelişkisiz olamıyor, ikilem, kadın veya erkek, roman kişilerinin gelişme süreçlerine damgasını vuruyor ve yazar da kendine özgü anlatım biçimleri ile iç çelişkilere dikkati çekiyor.

Atasü'nün cinselliği ifade edişi, kendine özgü bir söylem ile yapılıyor. Cinselliği kabalaştırmadan, düzeyini düşürmeden, edebi ve şiirsel bir Türkçe ile ifade edebilmesi, yazarın gerçek bir dil ustası olduğunu kanıtlıyor kanımca, imgelerinde ise kadınca tanımlamalar, farklılıklar bulmak mümkün.

Cinsellik, daha romanın ilk satırlarında dikkati çekiyor. Romanın başkişisi kırk yaşlarında, eşinden yeni boşanmış AyşeAysu, bir taksinin içinden eski sevgilisini genç bir kızla birlikte görüyor. İçinde "anılar ve beklentiler" gelgitlerle devinirken birden boşandığından beri ilk kez cinselliğinin uyandığını hissediyor.

İşte o zaman o ağrılı isteği ayrımsadı, bacaklarının arasından yukarıya karnına doğru sokulan... İçin için tüten kömür tüneliyle buz kristali arasına sıkışmıştı (s. 12).

Anılarla zihninde geri giden romanın başkişisini, içinden kendisini zorlayan cinselliği, yazarın deyişiyle "oyuk" veya "özlem oyukları", eski sevgili ile karşılaştığı başka bir zaman'a taşıyor ve anılar birbirini izliyor.

Romanda öykü kurgusu sondan başa doğru hareket etmekte. AyşeAysu anılarında önce 1982 yılına, evli ama mutsuz bir döneminde eski sevgilisi ile karşılaşmasına ve eski sevgiliye duyduğu özleme dönüyor; sonra daha geriye 1978'e, evliliğinin ilk yıllarındaki bir karşılaşmaya, sonra 1976'ya, sevgili ile ayrıldığı yıla ve daha sonra 1975'e, sevgili ile tanışıp birlikte olduğu beş günün öyküsüne uzanıyor. Her anıya kitapta belli bölümler ayrılmış, beş günün öyküsü tam kitabın ortasında ye en uzun bölümlerden birisi, bu da o deneyimin başkişisinin yaşamındaki önemini vurgulamakta.

Zamanda dönüşler ve beş günün öyküsünün romanda yer aldığı boyut, farklı bir zaman anlayışına işaret ediyor romanda. "Var mı böyle bir zaman, adı şimdi olan?" diyor yazar daha romanın ilk satırında. Tarihlerin ısrarla belirtilmesine karşın zaman "zihinseldir", yani "şimdi" zihindeki anıların deneyimlerin bütünüdür ve "şimdi" geçmişi durmaksızın geleceğe bağlamaktadır. Zaman boyutu ile roman izlenimci özellikler taşıyor.

Atasü'nün ilk romanında olduğu gibi, bu romanda da bireysel öykü bir tarihsel süreç içine oturtulmuş, olaylara bir tarihsel perspektiften bakmak ve onları sosyo-kültürel bağların içerisinde değerlendirmek ve yorumlamak mümkün. Örneğin, romanda gençlikten 'orta yaşlılığa geçiş süreci yaşayan iki kadın, AyşeAysu ile Tomris, 68 kuşağının çocukları. Cinsel deneyimlerini ve olgunluğa ulaşma çabalarını, sol devrim beklentileri, askeri darbeler ve "milliyetçi cepheler" arasında yaşıyorlar. Olaylar yaşamlarını ve kişilik gelişmelerini doğal olarak etkiliyor ve romanı bir yerde bir "Bildungsroman"; büyümenin, masumiyetten tecrübeye geçişin öyküsü yapıyor. Örneğin 1975 başlığı altında Atasü şöyle yazıyor:

Gençlerin umutlu olduğu henüz masum bir ülkedeyiz. 60'ların başında yankılanan özgürlük esintisi pek uzak değil: 68 ise pek yakın. Vicdanı besleyen atardamarlar henüz pıhtılarla tıkanmamış... (s. 27) Paranın henüz hor görülebildiği, zekânın bilgi ve dürüstlüğün ilişkisi ölçüsünde değerlendiği, çalışmanın ve dayanışmanın erdem sayıldığı, açıkgözler ve açgözlülerin ayıplanabildiği bir ortamda yaşıyorlar... (s. 28)

Ancak 68 kuşağı yenik düşüp sahneyi terk etmeye hazırlanırken başka bir görünüm sergileniyor: Kimimiz sıkıyönetimce kovuşturuldu, kimimiz üniversiteden uzaklaştırıldı. Kimimiz aç kaldı, kimimiz boncuk üretip sattı. Kurumda kalanlarımız yalıtılmış yaşamlar sürdü, pisliğe bulaşmamaya çabalayarak. Hiçbirimiz pes etmedik... Yüreğimizin çocuksu çekirdeğini bozulmadan her koşulda koruyabildik...

Tüm bu deneyimlerin altında "Dip dalga gibi", "ten kıpırtıları"nın yaşanışı öncelikle yer alıyor romanda.

Gene de diğer yaşantıların ayrıntıları ve sınır çizgileri siliniyor, deneyimler yaprak yaprak, pul pul düşüp uzaklaşıyor, geriye en altta uzanan o yalın ve derin tünel kalıyor (s. 30).

"Tünel" imgesi D.H. Lawrence'in benzer imgeleri gibi "libido"yu çağrıştırıyor. Gençliğin O Yakıcı Mevsimi, libidonun gövdede kendini hissettirişi değil mi? Atasü'de bunu apaçık ve yalın biçimde dile getiriyor.

Hayır, O bir gövdeydi ve ilk karşılaşmalarından beri Ayşe'yi uyandırıyordu. Karından başlayıp göğüs uçlarına ulaşan; yoksa tersi de geçerli miydi, göğüs uçlarından kıpırdayıp karna yayılan -tam da şöyleydi işte: (s. 57).

Romanda aşk öyküleri anlatılan iki kadın, AyşeAysu ile Tomris, biri genç, biri daha yaşlı; biri saf biri daha kurnaz, her ikisi de farklı şekillerde başarısızdırlar aşk, cinsellik ve evlilik deneyimlerinde. Ancak bu başarısızlıkları salt kendilerinden kaynaklanmaz. Belli bir zaman dilimindeki Türk toplumunda erkekler de toplumsal baskılar ve kemikleşmiş inançlar yüzünden cinsel gelişmemişlik ve duygusal çelişki içindedirler. Sevgilisi tarafından terk edilince, AyşeAysu erkek bakış açısının kadınınkinden ne denli farklı olabileceğini anlar. Bütün gelenekleri yıkarak evlilik dışı cinsel ilişkiye girmeye hazır olduğu ilk sevgili bu ilişkiyi reddeder, çünkü Fethi "Yalın, sevinç dolu tensel bir ilişki arzulamıştı." (s. 85)

Evlilik dışı bir ilişkiyi nasıl düşleyebilmişti, kırılgan bir el değmemişlikle? (s. 84)

AyşeAysu'nun ilk aşk ve cinsellik deneyimi bu çok arzuladığı kişi ile asla yaşanmaz tam anlamı ile, ilişkiyi canlandırmaya kalkması boşunadır. Fethi hep ondan kaçar; evliliği ise hayal kırıklığı ve boşanmayla sonuçlanır. 1977'de evlenen AyşeAysu 1985'te çocuklu boşanmış bir kadındır artık.

Nasıl iyi niyetliydiler, ne kadar içtendiler başlangıçta, kadın ve kocası! ...Boşuna... Sonuçta silah arkadaşları gibi bitkin, yenilgide eşitlendiler.

Tünelde boğulmuşlardı. Karanlıkta dokunarak görmesini öğretememişlerdi birbirlerinin tenine, işin özü ve özeti buydu. (S. 125)

Bu ayrılmanın da sebebi cinseldir. AyşeAysu'nun arkadaşı doktor Tomris ise mutsuz bir evlilik yaşayan, bu yüzden de cinsel olgunluğu ve mutluluğu âşıklarda arayan bir kadındır. Tomris'in anlatıldığı bölüm "Tomris... takılmıştı" başlığı ile veriliyor. Tomris "tünel'de" takılmıştı, kocası ile yaşadığı seyrek ve mutsuz cinsel deneyimler Tomris'i bir doktor arkadaşıyla evlilik dışı bir ilişkiye girmeye iter. Cinsel bakımdan başarılı olan bu ilişki, "Gövdeden iğrenmemek, Can'dan öğreneceği bir yaşam dersiydi", ayrılıkla sona erer, çünkü Can da Fethi'nin AyşeAysu'nun masumiyetinden ürkmesi gibi Tomris'in talepkârlığından ürkmektedir.

Tomris talepkârlaştıkça Can'ın yumuşaklığı aşınıyor, bencil öz beliriyordu. Erkek korkmuştu. Ya Tomris beklenmedik bir taşkınlıkla tüm hastaneyi haberli kılıverirse? (s. 72)

Tomris de sonunda kocasından ayrılır. Ancak romanın önemli kişilerinden biri olan kocası, 68 kuşağının hocası Turhan ölür, ölümü Tomris'e ve kızına miras bıraktığı büyük borçlarla Tomris'in hayatında maddi manevi büyük yaralar açar, böylece iki arkadaş orta yaşın başlangıcında benzer konumda bulurlar kendilerini:

Tüm hayallerimiz yıkıldı. Mutlu evlilikler ummuştuk, boşandık. Mutlu aşklar düşlemiştik, terk edildik. Mutlu bir devrim amaçlamıştık, darmadağın olduk. (s. 158)

Ancak kişilikleri farklıdır artık. Gençliklerinde korkak ve güçsüz olan AyşeAysu güçlü ve cesur, güçlü olan Tomris ise korkak ve güçsüzdür.

Roman AyşeAysu'nun boşandığı noktada tekrar başladığı yere, 1985'e döner. AyşeAysu "tünel"den çıkmıştır. Gençliğin o yakıcı mevsiminin bitişidir ona boşanma ile gelen, kendisi de şaşıp kalır o bitişe, neredeydi o;

Kıvrandırır acılar, kanayan özlemler, kanatlı mutluluklar, hepsi, imgelerin uçucu, değişken arzularına bağlı bellek oyunları mıydı, hayal perdesinde? (s. 132)

Artık "yalnız" bir kadındır. Büyüyen kızı, hasta annesi, kısaca yaşam kavgasıdır "gençliğin o yakıtı mevsimi"nin yerini alan. Eskiden tanıdığı ama yalnızlık nedenlerini bir türlü anlayamadığı tüm yalnız kadınlar gibidir ve hepsinden bir parça bulur kendinde. Kendisi için artık cinselliğin de bittiğini bilir, bütün bunların burukluğunu taşısa da yine de geleceğe güç ve ümitle bakar eski ve yeni benliklerini karşılaştırırken:

Genç kadının masumiyeti dokunaklıydı: yaşlı ona gülümsedi. Genç kadının derisi biliyordu, yaşlı bilincin anımsadığını: hiçbir erkek dokunuşu yağmurunki kadar tatlı ürpertmeyecekti tenini. 21. yüzyıla tek başına yürüdü, (s. 165)

Bu roman da Atasü'nün ilk romanının bittiği noktada bitiyor. Bitiş veya final, yazar'a özgü şiirsellikle kaleme alınmış, okur duygu yoğunlukları yaşayarak, bir duygudan bir duyguya akarak bitiriyor romanı. Sonuç, yoruma açık olmakla birlikte, belli bir doygunluk duygusu da veriyor kişiye. Atasü gerçek bir final virtüözü.

Romanın anlatım biçimi ile kurgusu özgün. Zamanda geri ve ileri gidişler; saat zamanının değil zihinsel zamanın vurgulanışı; özgün bölüm başlıkları; iç monolog ve diyaloglarla yer yer kullanılan dramatik kurgulama; bölümlerin farklı uzunluklarla sıralanışları yazarın kurgu ve anlatımın sanatsal boyutuna verdiği öneme işaret ediyor.

Makalenin başında bu romanın en çarpıcı yanının cinselliğin bir kadın yazarın bakış açısından ve edebi roman dili ve kurgusu çerçevesinde kadına özgü bir tarzda ele alınışıdır demiştim, ancak yine de bu roman için söylenebilecek bir söz daha kalıyor. Atasü'nün bu ikinci romanı bir gençlik romanı. Okurken, siz de benim gibi orta yaşı aşmak üzere iseniz, o kıvrandıran acıları, kanayan özlemleri ve kanatlı mutlulukları bilmem kaç kere yaşadığınız bir dönemi anımsayıp arkasından özlemle bakıyor ve ingiliz Romantik dönemi şairlerinden Wordsworth'un şu dizelerini anımsıyorsunuz:
"Hiçbir şey, çimenlerde o ihtişamı,
Çiçeklerde o görkemi bulduğumuz saatleri
Geri getiremeyecek; yine de yasını
Tutmayacağız bunun -güç bulacağız,
geriye kalanlarda".

Atasü de bu romanda nostalji ile coşkuyu hayal kırıklığı ile ümidi birleştirerek okura yaşamı, Romantik felsefeye yakın bir bakış açısından sunmuş.

(*) Prof. Dr. Oya Batum Menteşe, Atılım Üniversitesi, İngiliz Edebiyatı Bölüm Başkanı.

(1) Alıntıların Türkçe çevirileri makalenin yazarı tarafından yapılmıştır.