KADIN EDEBİYATI HAKKINDA GÖRÜŞLERİ
Sayın Feridun Andaç’ın sorularına yanıtlar
Kadın Yazar Kimliği:
- Yazarın kimliği çok katmanlıdır; ve elbette yazar veriminde bu katmanlardan dilediğini öne çıkartmakta özgürdür.
- Benim yazarlığımda kadınlığımın temel bir etmen olduğunu düşünüyorum. Yaşam kişinin -farkında olarak ya da olmayarak – giriştiği bir kendini gerçekleştirme serüvenidir, pek çok yönüyle. Benim için yazmak sanırım kendini gerçekleştirmenin tek değilse de en önemli yolu. Bu serüvende, tüm bir insan olmakla kadın olmak arasındaki çelişkiler, çatışmalar (toplumsal kimlik anlamında kadın olmak bir çok kısıtlanmayı beraberinde getirir), çifte standartlı cinsel ahlak anlayışının gövdeleri hapsettiği cendereler kadın hayatlarını uğraştırır, zorlar. Aynı meseleler, bir yazar olarak da zihnimi hep uğraştırmıştır.
- Bir kadın edebiyatı kavramına sıcak bakıyorum. Bu kavramdan kadın hayatlarına tanıklık eden, ya da kadınlara özgü çileleri dile getiren anlatılardan çok, hangi konuyu işlerse işlesin, ataerkil kültürü sorgulayıcı bir bakış açısı benimsemiş yapıtları anladığımı vurgulamak isterim. Ayrıca bir çok kadın yazarın kurguya, dile, imgelere yaklaşımının erkeklerden farklı özellikler sergilediğini düşünenlerdenim.
- Kadın haklarını savunan, konuya feminist bir bilinçle yaklaşan pek çok makale yazdım. Yazar olarak kendimi en doğrudan ifade ediş biçimim budur. Öyküye, romana gelince iş değişir; edebiyat asla manifestocu bir kimliğe bürünmemelidir, yoksa öz doğasından sapar. Yazar yarattığı karakterlerin (erkek/kadın/çocuk, genç/yaşlı, yoksul/varsıl) içine süzülebilmeli onlarla özdeşleşebilmeli ve aynı zamanda onlara dıştan bakabilmelidir. Yazar kadınlık bilincini öne çıkartıyorsa, bu bilinç işte kişileriyle arasına koyduğu eleştirel mesafede kendini hissetirebilir ancak. Kanımca edebiyata yakışan budur.
Buket Aşçı’nın sorularına yanıtlar:
ERKEK YAZAR KADINI ANLATABİLİR Mİ?
- Edebiyat bir incelikler işidir. O nedenle edebiyat üstüne soruların kestirme yanıtları bulunmaz. Tolstoy’un ANNA KARENİNA’ sı, Flaubert’in MADAM BOVARY’si, Halit Ziya Uşaklıgil’in BİHTER’i, VEDİDE’si dururken erkek yazar kadını anlatamaz diyemez kimse. Erkeği de kadını da anlatabilmek için yazarın önyargılarından soyunabilmesi gerekir. Kimi yazar, yaratma sürecinde bu arınmadan geçer: Tolstoy kişisel yaşamında bir ahlakçıdır ama Anna Karenina’yı yargılamaz. Romanın sonunda Anna’yı intihar ettirmesi, kimilerinin aceleyle yorumlayabileceği üzre, yazarın biçtiği bir ceza değil, anlattığı dönemin nesnel koşullarının ve Anna’nın ilişkisinin çelişkili yapısının dayattığı bir çıkmazdır.
- Kanımca buradaki hassas nokta şudur: Klasik romanda yazar kaleminin ucunu cinsellik sözcüklerine değdirmez; olayın öncesi ve sonrası anlatılır, tenselliğin kendisi satır aralarında bir buğu, bir koku gibi dolaşır.
- 20.Yüzyılın ikinci yarısında bizim edebiyatımızda, hemen akla geliveren mükemmel çizilmiş kadın kahramanlardan Yaşar Kemal’in MERYEMCE’sinin, Fakir Baykurt’un IRAZCA’sının cinselliksiz yaşlı kadınlar olmaları tesadüf müdür? Yüzyılın ikinci yarısında erkek romancılarımızın -cinsellik söz konusu olunca- kadın karakterler yaratırken, kendi düşlemlerinin ve ön yargılarının dışına çıkabildiklerini öne sürmek biraz zor. Ön yargıların ve fantezilerin illa görünüşte tutucu olması gerekmez. Cesurca çizilmiş bir erotik sahnede, kadınların çeşitli cinsel halleri üstüne kalıp ön yargılar dışavurmak pek ala mümkündür. Murathan Mungan, Nedim Gürsel, Selim İleri ve konuya verdiği kısıtlı yer içinde de olsa Orhan Pamuk gibi göreli daha genç yazarların kadınları gerçekten oldukları gibi kavramaya ve öyle yansıtmaya daha eğilimli olduklarını, ya da böyle bir çabayı önemsediklerini düşündürüyor yazdıkları metinler bana. Bu savı ileri sürerken, andığım yazarların kadınları övdüklerini ifade etmek istemiyorum, kötüleyebilirler de; kadınlara bakış açılarını geleneksel ön yargılardan kurtarmaya çalıştıklarını belirtmektir, muradım.
BİR KADIN EDEBİYATI VAR MIDIR?
- Bence vardır. Cinsiyeti kadın olan her yazarın kadın edebiyatı yaratması gerekmese de. Yazar, kimliği yalınkat bir insan değildir; onun varlığı bir kimlikler bileşkesidir ve yaratırken yöneldiği -bilinçli ya da bilinçaltı- kimlik seçimine okur olarak saygı duymamız gerekir, diye düşünüyorum. Adalet Ağaoğlu, Tomris Uyar kanımca aydın kimliklerini vurgulayarak yaratan yazarlardır. Öte yandan, kanımca Pınar Kür, Latife Tekin, İnci Aral, Ayla Kutlu kadın kimliklerini geri çekmeden yazarlar; beni de bu gruba dahil edebilirsiniz. Yazarın kadın kimliğinden kast edilen, kadınların başlarına gelenleri yazmasından çok daha kapsamlı birşeydir ve bu iki kavram -kadın kimliği ile kadınsal deneyimler- birbirine karıştırılmaktadır. Ayrıca kadın edebiyatı salt kadınlar için kaleme alınmış filan da değildir (böyle görüşler var!). Benim tanımım, kadın edebiyatının haksızlığa uğramış bir insan grubu olan kadınların “alttakiler” konumunun dayattığı ya da bu konumu aşma mücadelesi sırasında kazanılmış duygulara, duyarlıklara, deneyimlere ve kültür birikimine sahip çıkan renkleri ve tınıları olduğudur. Alttakiler konumunun bastırdığı sesler arasında cinselliğin sesinin bulunduğu herhalde yadsınamaz. Kadın gövdesinin maceralarını satır aralarında kalmadan anlatmaya koyulduğunuz zaman, (duygu ve duyu düzleminde) bir suskunluğu ifadelendirmenin zorluğuna ek olarak, dilsel bir kabalığı kırmak, bir kadın uslubu yaratmak zorunda kalırsınız zaten; dünyanın bütün dilleri sizi buna zorlar diye düşünüyorum. Kadın gövdesini ve cinselliğini aşağılamayan bir dil mevcut mu acaba, yeryüzü dilleri arasında?.. Bilmek isterdim…
KADIN EDEBİYATI / KADINLARIN EDEBİYATI
Erendiz Atasü
“Türk edebiyatı”, “Fransız edebiyatı”, “burjuva edebiyatı”, ‘halk edebiyatı” gibi ulusal ve sınıfsal çağrışımlı ayrımlamalar kimseyi şaşırtmaz da, “kadın edebiyatı” dendi mi herkesin tüyleri diken diken olur! “Edebiyat dışı sınıflandırmalara başvurmanın sakıncaları”ndan söz etmek, o zaman akıllara düşer. Erkekler “Bu terim de nerden çıktı başımıza!” diye irkilir, kadınlar “Edebiyatta da mı getoya hapsedileceğiz!” diye telaşlanırlar. Kadınlıkla ilgili her şeyin ikinci sınıf olduğu önyargısı gücünü hissettirebiliyorsa bir ortamda, böylesi terimlerin gerek saldırı gerek savunu amaçlı saptırmalara uğrayacağını peşin peşin kabul etmekte yarar var kanısındayım.
(Burada bir parantez açıp hayatın içinden iki saptama aktarmak isterim:
1- Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölümü” nün yeni yayımlandığı günlerdi. Kadınlara ait bir alt- kültürün olup olmadığı tartışılıyordu. Arkadaş grubumuzdaki kırsal kökenli erkekler, köyde erkeklerin bilgisi dışında bir kadın hayatı olamayacağından çok emindiler. Böyle bir olasılık onlara akıl dışı geliyor ve niyeyse biraz da sinirleniyorlardı.
2- Şimdiki saptama çok kereye özgüdür: Çeşitli ortamlarda ve zamanlarda, farklı bağlamlarda söz konusu olmuş menopoz, kürtaj gibi kadınlık deneyimleri hakkında erkekler “anılan konuda ehil olunamadığından mesuliyetsizlik beyan eden” bir bilgisizlik arz etmişlerdir. )
Oysa “kadın edebiyatı” yalın bir kavramdır ve basitçe, cinsiyeti kadın olan yazarın kadınlığını unutmadan kaleme aldığı yazınsal metinler anlamına gelir. Yazarın çok katmanlı bir kişilik-kimlik olduğunu ve özyapısının dilediği bölümünü öne çıkartarak yazabilme özgürlüğüne okur olarak saygı duymamız gerektiğini vurgulamaya gerek var mı? Kadın edebiyatı yalnızca kadınlar okusun diye yaratılmaz -doğal ki edebiyatın tüm okurlarına seslenir- yazan yaratma enerjisini kadınlık bilincinde bulduğu için bir zorunluluk olarak doğar. Aksi halde zaten edebiyat olamaz, hevesli girişimler olarak kalır.
Kanımca kilit soru şudur : Kadınların cinsiyetlerini unutmadan kaleme aldıkları metinlerde “kadın edebiyatı” terimini olumlayacak denli, diğer “edebiyat dışı edebiyat sınıflandırmalarına” – örneğin ulusal ve sınıfsal ayrımlandırmalara olanak veren ortak nitelikler kadar güçlü kesişme noktaları var mıdır? Bu soru bizi bir başka soruya iletecektir : Gerçekten de kadınlara ait bir alt-kültür var olmuş mudur ve bu temel edebiyata yüceltilebilmeye uygun mudur?
Erkekler kadın yaşantılarını paylaşmayı red ettikleri sürece bir kadın alt kültürünün varlığını sürdüreceği çok açık değil midir? Tipik bir örmek verelim: Tüm geleneksel kültürlerde doğum olayına müdahale etmek kadınların işidir; dolayısıyla doğum erkekler için ürkütücü gizemini korur. Yeni biçimlenmeye başlayan daha paylaşımcı kültürlerde ise baba doğumhaneye girebilmekte ve eşinin ağrılı doğurma çabasına ve çocuğunun doğma mücadelesine elinden geldiğince destek olmaktadır. Elbette ki baba için yoğun bir duygusal deneyimdir bu; ve cinsiyeti erkek olan bir kadın-doğum hekiminin duyguların basıncından uzak ve zaten öyle olması gerekli tanıklığından çok ayrı tutulmalıdır. Babanınki tanıklık filan değildir; anneninkine eş değilse de yakın bir yaşantıdır. Doğum kadınlara ait bir alt-kültür kaynağı olmaktan çıkmıştır.
Erkekler kadın yaşantılarını paylaşmayı red ettikleri sürece, kadın gövdesinin maddesel koşullarının ve geleneksel kadınlık rollerinin dayatmaları elbette ki kadınlara mahsus bir psikolojik ortam -ortak duyuşlar, sezişler, düşünceler, kanılar, bakış açıları- yaratacak ve bu ortam kendi ifade biçimlerini bulacaktır. Kadınların erkek yaşantılarını paylaşmaları, örneğin meslek sahibi olmaları elbette onları değiştirir; ama değişen kadın hayatının genişleyen akışını kesecektir değişmeyen hayat biçimleri! Peki, bu engellenme kadınları nasıl etkileyecektir?
Erkek-egemen ahlakla uyumsuzluk yaşamayan erkek ve/veya kadın kişiler (uyumsuzluklarını bastıranlar veya çıkar uzlaşmalarına çevirebilenler) gerçekte kadınlara ait alt-kültürden rahatsız filan değillerdir; habersiz de değillerdir. Bu alt-akıntı yüzeyi zorlamaya başlayınca rahatsızlık başlar ve çeşitli biçimlerde kendini ortaya koyar. Kadınlık deneyimini sanata dönüştürmek elbette varlığını kıstırılmış hisseden çağdaş kadının koşullarını aşmasıdır bir anlamda. Bu kadın bilgiç karşı çıkışlarla karşılaşacaktır: Kadınlık deneyimi, özelikle evcil yaşantılar edebiyata dönüştürülmeye değmeyecek dar alanlardır! Oysa kimse kayış başında çile dolduran bir fabrika işçisinin, ya da hayatın yavaş yavaş sönüşünü mütevekkil bekleyen bir yaşlının, pinekleyen bir kasabanın aynı derecede biteviye olan yaşantılarının edebiyata yansımasını yadırgamaz. Belki üstünde durulması gereken şudur: Kadınlık deneyimlerinin insanlığın ortak bilincinde çok da berrak olmaması onları kendiliğinden edebiyat için yeterince işlenmiş malzeme haline getirmez. Kadınlık yaşantıları edebiyatın ham maddesidir, diğer bütün yaşantılar ve insanlık halleri gibi. Kendini gerçekleştirme imkanları kısıtlanmış, hayatını yakınlarının -sanki onlar fiziksel özürlülermiş gibi – hizmetine adanmış buluveren kadın -kalemi eline boşalma ihtiyacıyla değil, yaratma tutkusuyla alıyorsa- evcil boğuntusunu, bıkkınlığını okuru bıktırmayan bir biçimle yoğurabilmeli, kadınlık deneyimini insanlığın ortak kültür mirasıyla kaynaştırabilmelidir. Örneğin, durmadan çöp üreten mutfak, kire pasa bulanan eviçleri kaosa yürüyen yaşam dizgeleri için ne yaman bir metafor oluşturabilir! Süngerin su emişi gibi enerjiyi ve zamanı soğurur evcil uğraş; kadın durmadan yeniden başlar ve ne denli çabalarsa çabalasın tüm emeği eninde sonunda tüketimin doymak bilmez uçurumsu ağzında hiç var olmamışa dönecektir. O dişi bir Sisyphos değil midir? Her halde “dar alanları’ anlatacak kadın yazarın bu bakışıklıklar üstüne düşünmesi gerekir.
Türkiye’de kadın edebiyatını ve kadınların edebiyatını – konunun çevresinde dönen tüm çelişkili tartışmalarla birlikte – öne çıkartan yalnızca kadın yazarların çabaları değildir. 20. yüzyılda kadın hayatlarının geçirdiği somut aşamalar ve kadınlığın toplumsal imgesindeki farklılaşmalar, üretilen yeni mitler, beklentilerin ve mitlerin gerçeklerle çatışmaları, bu karşıtlıkların cinsler arası ilişkileri nasıl etkilediği, hiç biri, özellikle yüzyılın ikinci yarısında erkeklerin yarattığı edebiyatta yeterli karşılığını bulamamıştır. Kadın edebiyatını ve kadınların edebiyatını önemli kılan biraz da bu eksikliktir. Niçin böyle olmuştur? Doğuştan gelen eğilimlerle kadınların kadınları, erkeklerin ise erkekleri daha iyi anlatabildikleri savlanabilir mi? Sanmıyorum. Göçebe ve feodal bir tarihin oğulları için -yazar bile olsalar – erkek olmanın kadınlara dair her şeyi bilmeye yetmediğini ve alçakgönüllü bir acemilikle öğrenmeye başlamanın ise kendileri için de bir yaşam zenginliği anlamına geldiğini kavrayabilmenin pek müşkül oluşundan.
Herkesin “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” kutlu olsun; ve dileyelim herkes için yeni bir başlangıç olsun.
Dünya Kitap, 113, Mart 2001