BENİM YAZARLARIM

BENİM YAZARLARIM

BENİM YAZARLARIM

-Kadınların Edebiyatı
-Erkeklerin Dünyasından

ROMAN VE "ŞARK" (s.68)

"Roman okumak nasıl bir süreçtir, sevgili okur? Dilin lezzetini tatmak, bulmaca çözmek, ders çalışmak mıdır, ya da boş vakitler eğlenceliği midir? Bütün bunları kapsayan ve aşan bir atmosferdir roman. Onun gizi, özgünlüğü ve -varsa- kalıcılığı işte bu tanımlanması zor aşkınlıktadır. Yuvanız gibi sarmalar sizi roman, esirger ve besler, kimi kez öfkelendirir, boğar... Onun başarısının tek bir ölçüsü vardır bana kalırsa. Okuma sürecini tamamlayıp gündelik yaşantınıza yeniden doğduğunuzda kendinizi "zenginleşmiş" hissedebilmeniz. "Rahatlamış", "onaylanmış", ya da "dinlenmiş" demiyorum, "zenginleşmiş" diyorum! "Gerçeğe" bir adım daha yaklaşmış olmanın zihinsel ve duygusal olgunlaşmasıdır bu."

BENİM YAZARLARIM

GÖVDESIZLIGE “HAYIR…”

"Adalet Ağaoğlu’nun son romanı Hayır…’ı çok sevdim. Bir bakıma öznel nedenlerle. Yaşlanmayla ilgili kendi duygularıma ve sağır bir toplumun aydını olmanın getirdiği yalnızlığıma rastladım bu kitapta. Ve başka nedenlerle. Roman belli bir mekânda tek başına devinen bir insanın gündelik, sıradan edimlerine bir fon müziği gibi eşlik eden düşüncelerini, anılarını, hayallerini, usta bir yö­netmenin kamerası gibi, geri dönüşler, ileri sıçrayışlarla olanca çeşitliliğiyle verebildiği için. Hiç görmediğim İskandinavya’nın puslu, solgun kar ışığını, çok iyi bildiğim Ankara’nın kömür karası, kükürt sarısı ve çamur bozuna boyalı kar karanlığını aynı canlılıkla gözlerimde canlandırabildiği için. Ve hepsinden çok, yazınımızda sık rastlanmayan düşünceyi –eleştirel düşünceyi– ince bir duyarlıkla sarmalayıp yeniden romanımıza getirdiği için.

Türkiye garip bir ülke. Birleşimini başaramadığımız Doğulu ve Batılı yanlarımızın garip alaşımına kapanmış, dünyanın geri kalanından kopmuşuz. Her an patlamaya hazır nükleer çağ bizim zamanımız değil sanki; ya da cicilerini kullanmaya pek meraklı olduğumuz teknoloji bizim maddi hayatımızın temelini oluşturmuyor. (Salt bunlara değindiği için bile önemli bir kitap Hayır…) Belki, biraz da dünyanın çoksesliliği bir türlü bizim atmosferimizde yankılanamadığından, karşı çıkışlarımız bile belli kalıplar içine sıkışmaya yatkın. Karşı düsüncelere bile belli etiketler yapıştırmaya ve bu tavrımızı sorgulamamaya eğilimliyiz. “Direnmek”, “umudu yitirmemek” karşı çıkmanın tartışılmaz biçimleridir bizim için. Dillerde yinelene yinelene anlam aşımına uğramış sözler. “Kaçmak”sa hep, “kaçmak çözüm müdür”ü çağrıştıran sevimsiz bir eylem. Kesin umutsuzluktan, topyekûn yadsımadan bambaşka bir direnmenin doğabileceğini, kaçışın karşı koyma anlamına gelebileceğini; intiharın her zaman bir kaçış, çözülemeyen sorunların tutsaklığı, hayata karşı edilginliğin ve kabullenişin dip noktası olmayıp düpedüz aktif bir protesto eylemi, seçilmiş, gerçek ve sonsuz özgürlük olabileceğini aklımıza getirmeyiz.

“Her durumda özgür kimliğimizi koruyabilmek ancak edimle söylenebilecek şu tek ve son söze bağlı: Hayır.” (Hayır…, s.298) diye yazar Hayır…’in başkişisi Prof. Aysel Dereli, “Aydın İntiharları ve Geleceğin Başkaldırısı”nı incelerken, “Hiçbir zaman gerçek bir başkaldırım olmadı, özgürlüğün kıyılarında dolanıp durdum,” der, (Hayır…, s.298) özgürlüğün ve özgünlüğün peşindeki Aysel. En belirgin çizgileri doğruluk, dürüstlük, umut ve ödün vermezlik olan yaşamı, Türkiye’nin gitgide çürüyen, yozlaşan değerlerinin eğik düzlemlerine çarpa çarpa girdiği darboğazdan, intiharın başkaldırısıyla mi özgürlüğe kavuşacaktır?

Aysel’in dramını Adalet Ağaoğlu’nun önceki romanları Ölmeye Yatmak ve Bir Düğün Gecesi’ni anımsamadan kavrayamayız. Cumhuriyet’in ilk kuşağındandır Aysel; umut, görev bilinci, Batılılaşma kararlılığıyla yüklü adanmış bir kuşaktan… Yetiştiği taşra çevresinin dinci ve ataerkil baskılarından kadınlığını yadsıyarak kurtulmaya çalışır. Laik Cumhuriyet ona aydın kimliği ve saygınlığı verirken, yadsıdığı kadınlığını benimseme şansını tanımaz. “Ölmeye Yatmak’ta Aysel’in sorunsalı, kadın olarak özgürlüğünü kazanamamış, özgürleşememiş olmasıdır.” Aysel’in bir bedeni yoktur sanki… “Kılları alınırken bile kendi gözümde bir kadın gövdesi olduğu uzun yıllar unutulmuş…” (Ölmeye Yatmak, s.184) diye söz eder Aysel bedeninden; “Gövdemin bunca yıl benden bu denli kopuk oluşu nedendir acaba?” (Ölmeye Yatmak, s.85) diye sorar. Kocası Ömer’le uyumlu gibi gözüken, düsünce birliğine dayanan beraberliklerinde cinsellik geri plandadır. “Hem canım kadınlığımı kocamın yanında bile düşünmem ben.” (Ölmeye Yatmak, s.280) 12 Mart öncesinin hareketli günlerinde öğrencisi Engin’le sevişme, bedensel degil, zihinsel bir coşkudur. “Cinsel bir tutkun bile yok ona. Engin nereden âşığın oluyor senin? Keşke. Övünecek bir şey bulmuş olurdun hiç değilse,” der kendi kendine Aysel (Ölmeye Yatmak, s.319). Bu sıra dışı sevişme, amacından saptırılmış bir başkaldırıdır; Aysel’in bedenini bilinciyle bütünleştiremez; ona ne cinselliği yaşatabilir ne özgürlüğü… Bedeni olmayan birey özgür olabilir mi?

Bir Düğün Gecesi’nde, Ölmeye Yatmak’ta çok belirgin olan, Aysel’in kadınlığından ve doğadan kopuşuna değin kendi bilinçliliğinden pek söz edilmez. Aysel bu yarayı unutmayı yeğlemiş görünür. 12 Mart döneminin toplumsal baskısı, bireysel çözümsüzlükleri geriye itmiştir. Hızlanan başka bir kopuştur. Ölmeye Yatmak’taki ……"