Hülya IŞIKDEMİR

ERENDİZ ATASÜ İLE 'DAĞIN ÖTEKİ YÜZÜ'NDE

Hülya IŞIKDEMİR

Bir Kaf Dağı vardır ya masallarda, Uludağ, mitolojideki adıyla Olympos, öyle görünür bana. Bir gün bir romanda, bu dağın cumhuriyetin kuruluşuna sembol olduğunu okuyacağım aklıma gelmezdi. Uludağ'ın yükselişi de cumhuriyetin kuruluşu da bir efsane gibi...

Erendiz Atasü'nün tadına doyulmayan anlatımı, kullandığı farklı diliyle okumayanların eksik kalacağı bir roman Dağın Öteki Yüzü.

Yaşantımızda bilmediklerimizin, biliyor sandıklarımızın da başka yüzleri olduğunu çağrıştırıyor bana bu isim. Bir de Erendiz Atasü ismi, onun kadınlar adına yazdıklarıyla, yaptıklarıyla, düşündükleriyle topluma nasıl başkaldırdığını...

Onunla 1996 Orhan Kemal Roman Ödülü'nü aldığı romanı üzerine, oturduk, söyleştik. Söyleşi boyunca, dalgalı kumral saçları ve sıcacık gülüşünde Selanik, Karadeniz genlerinin nasıl harmanlandığını görüyordum. Romanı başından sonuna dek irdeledik bölüm bölüm. Bazen kadın sorunları üzerine de konuştuk. Öykülerinin satır aralarına gidip yerini buldu konuştuklarımız. Dağın Öteki Yüzü ise burada, bize yüzünü dönmüş duruyor öylece.

*

HI: Günümüzde okurun tarihsel gerçeklere, belgelere dayanan çağ romanlarına yöneldiğini görüyoruz. Okuduğu romanda geçmişin izlerini görmek ya da yaşanmışlık payının bulunması okuyucuya ilginç geliyor. Sizin 'öyküyle roman arasında gezinen bir anlatı' dediğiniz bu yapıtınız gerçekle kurmacanın bir bileşimi. Böyle bir roman yazma gereksinimi nereden doğdu?

EA: Bu tamamen duyguyla ilgili nedenlerden doğdu. Annemin ölümünden sonra böyle bir şey yazmak aklıma geldi. Yazmayı tasarladığım, bir roman değildi, bir öyküydü. Daha sonra başka acılar yaşandı; ailenin başka büyüklerini kaybettim. Hepsi için birer öykü yazmayı arzulamıştım. İçimden öyle gelmişti. Sanki ölümün acısını onaran bir şeydi yaratıcılık. Daha sonra şunu fark ettim: Ben bir roman yazıyordum. Öykülerin arasında bağlar kurulmuştu çünkü. Onun üzerine roman olarak devam etti.

-Kitabın ismi de ilgi çekiyor: Dağın Öteki Yüzü. Dağın bilinen yüzü ve öteki yüzünün hangi karşıtlıkların sembolü olduğu romanın bütününde seziliyor.

-Dağın öteki yüzü burada bir metafor ve pek çok çağrışıma açık olduğu için uygun bir isim gibi düşündüm. Gerçeklikle de bir ilgisi var. Annem 1930'larda Uludağ'a tırmanıyor kardeşleriyle. Uludağ'ın birkaç doruğu olduğu söylenir, o doruklardan birine çıkıyorlar. Fotoğraflar var, bir yaz günü yapılıyor bu yolculuk. Çocukluğumdan beri beni etkileyen bir şeydi bu. Daha sonra kitabı yazarken dağ, Cumhuriyet'in kuruluş coşkusu ve aydınlanma hareketi, annemin babamın da öğretmen olarak içinde yer aldıkları o aydınlanma coşkusu için metafor olarak düşünüldü. Mustafa Kemal Atatürk için de, Türkiye'nin geçirdiği o büyük değişimin ödenen bedelleri için de bir metafor olarak düşünülebilir; bir yüzde basanlar, öteki yüzde acılar olarak da düşünülebilir.

-Okuyucuyu içine çeken, yaşatan çok güzel betimlemeler var. Yer yer dramatize edilerek anlatılmış. Burda kendinizi örnekliyorsunuz. "Nora, kapıyı çekip özgürlüğe yürüyor... Nora, o benim kahramanımdı kararlı, dikbaşlı, dirençli......" Burada sizin daha önceki kitaplarınızda kendini gösteren feminist yanınız da belirginleşiyor.

-Evet, doğru.

-Bu bölümde geçmişte yaşama isteği ya da romanlarda yaşama isteği de var. Üçüncü kişili anlatım, birinci ki-şili anlatım iç içe gelişiyor. Romanın kurgusu gerçekten güzel. Okuyucunun dikkatli okuması gerekiyor, ikinci okuyuşumda irdeleyerek, altını çizerek okuduğumda romanın derinliğini, büyüklüğünü daha iyi anladım. Hani, sacayağı derler ya, bu çok ayaklı bir zemine oturmuş gibi görünüyor.

-Buna çok sevindim. Ben şunu yapmak istiyorum: Gerçekten edebiyat ürününün bir derinliği olmalı, yoksa edebiyat ürünü olmanın bir anlamı yok. Yalnız bunu yaparken okura da çok fazla bilmece çözdürmekten yana değilim. Öyle bir yanı olmalı ki romanın ve öykünün, insan bir okuyuşta onu zevkle okuyabilmeli, bir tat alabilmeli; ama öyle bir yanı da olmalı ki düşünen okur için, düşündükçe içinde birtakım derinlikler, ilk bakışta gözüne çarpmamış olan, dikkatini çekmemiş olan ayrıntılar ve yaşama dair, yaşamın derinliğine dair ipuçları bulsun.

-Annenizin sizin yaşantınızda önemli bir yeri olduğunu romanın haslarında anlıyoruz. Romanın sonuna kadar sürüyor bıı. Aslında 'henanlatıa' demek daha doğru olur, zaman zaman annenizle özdeşleşiyorsunuz, aynaya baktığınızda annenizi görüyorsunuz.

-Tabii, annemin hayatımda çok önemli bir rolü oldu, çok belli bir şey. Romandaki 'benanlatıcı' zaman zaman benim, zaman zaman değil. Benden yola çıkılarak yaratılmış bir tip o da; ama tümüyle benimle özdeşleşmiyor.

-Romanda, Vicdan'dan başka onun arkadaşı, tümüyle düş ürünü olan ve oldukça gerçekçi anlatılan bir Nefise ile karşılaşıyoruz. Nefise'nin romanda yer almasının nedeni Vicdan'in Kemalistliğini daha çok ortaya çıkarmak için mi? Aynı karşıtlığı Vicdan, yani benanlatıanın annesi ile kardeşi Burhan arasında da görüyoruz. Bu, karşıtlıkları belirginleştirmek, romanın çatısını, kurgusunu belli bir zemine oturtmak için sanıyorum.

-Doğru tabii, öyle. Nefise ile Vicdan arasında hem ortak şeyler var, hem karşıtlık. Sadece Vicdan'ın Kemalistliğini belirtmek için değil bu, hayattaki karşıtlıkları söyleyebilmek için. Nefise daha gerçekçi bir tip. Vicdan daha idealist; ama Vicdan'ın kimlik sorunları daha az. Vicdan birkaç göbekten beri kentli bir ailenin tazı. Nefise bir göbek ötede köylü bir ailenin çocuğu. Nefise köylülükten kentliliğe, kentli aydınlığa evrimleşmeyi yaşıyor ve daha büyük bir değişim içinde. Yani bir ortaçağ din baskılı atmosferdeki küçük yerleşim biriminden çıkıyor, cumhuriyet aydını olma konumuna yükseliyor. Daha büyük bir mesafe katediyor, daha zor bir mesafe. Onun için Nefı-se'nin kimlik bölünmeleri daha fazla. Vicdan kentli bir Osmanlı ailesinin kızı olmaktan çıkıyor yola ve cumhuriyetin aydını olma konumuna yükseliyor. O da ıstıraplı bir yol katediyor. Ama Nefıse'den daha kısa onun yolu.

-Evet, Nefise birçok aşamalardan geçiyor.

-Vicdan'daki kimlik sorunları Nefıse'deki kadar ürkütücü boyutlara hiçbir zaman ulaşamıyor. Nefise ile Vicdan'ın arasında çok güzel bir arkadaşlık var; ama o arkadaşlığın temelinde çocukluklarında yatan acılar da var. İkisinin de bir savaş öksüzü olması gibi diğer özelliklerinden doğan karşıtlıklar söz konusu. Kadınların arasındaki dostluklar veya anne-kız ilişkisi, kaynana-gelin ilişkisi, iki kadın arkadaşın arasındaki rekabet, dayanışma ve dostluk, düşmanlık o kadar da irdelenmiş değil. Bunları irdelemek de bana çok ilginç geliyor.

-Bu irdelemeler seziliyor romanda. Örneğin; Nefise'nin Vicdan'ı seven biriyle baloya gitmesi, Vicdandan önce ve gizli olarak Maarif Vekâletine müracaat etmesi. Vicdan'ın en yakın arkadaşı olduğu halde...

-Evet, evet... Burhan ve Vicdan'ın karşıtlığında, tamamen Kemalizmi özümsemiş, çıkarcı olmayan bir aydınla, kendi egosunu ülkülerinin önüne koyan bir başka insan arasındaki karşıtlık. İki kardeş bunlar, çok da seviyorlar birbirlerini; ama insan olarak çok farklılar. Vicdan adı gibi vicdanı önde yaşayan bir insan. Burhan bunalımlar içinde ve kendisi, egosu önde bir insan.

-Nefise'nin özentileri ve halkına geri dönüşü ile anlatılmak istenenler var. Bu tümceleri okumak istiyorum. "Nefise gözlerinden akan yaşları sildi, ülkesine dönmeliydi. Ülkesinin kadınları üstüne çökmüş, ağır kaderi aralayacak, başka hiçbir ışın demeti yoktu..... Nefise'nin bir başka vazifesi özgürlüğü, kimliği yoktu; olmamalıydı... Ülkesine ve Kahramanına dönmeliydi, zamanı gelince..." (s. 91) Bu da bir sembol diye düşündüm, kendine dönüş...

-Biraz öyle, biraz da tarihe baktığımız zaman kadınların özgürleşmesinin birtakım aşamalardan geçtiğini görüyoruz. Kadınların önce aklı özgürleşiyor. Daha doğrusu toplum, insanlık da diyebiliriz, önce kadının bir aklı olduğunu kabul ediyor. Ondan sonra onun bir cinsel özgürlüğünün olabileceği gündeme geliyor. Yıllar sonra, belki de yüzyıllar sonra... Kadın önce bir yurttaş olarak saygınlık kazanıyor, daha önce bir köle durumunda çünkü. Adı köle olmasa da batılı toplumda da bir köle durumunda. Tarihte böyle. Bizim cumhuriyet devrimimizle kadın, yurttaş olma devrimini diyeyim, çok kısa bir sürede yaşıyor. Bu romanda Nefise cinsel olarak da özgür olmak istiyor aslında, bağımsız olmak istiyor. Çok da haklı bunu istemekte; ama tarihin onu nasıl kıstırdığını bir yerde fark etmese bile seziyor. Önce bir yuttaş kimliğiyle var olması gerektiğini, sonraki aşamada gövdesinin özgürlüğüne sahip olabileceğini kavramak değil de seziyor. Onu vurgulamak istedim.

-Burda geleceğe yapılan göndermeler var. Sanki falcının dilinden söylenmiş gibi ilgi çekiyor, gelecek okuyorsunuz: "Nefise nin pankreas kanserinden ölmesine on, Vicdan m parkinson hastalığının ufacık bıraktığı gövdesinin sönmesine altmış yıl var. Eileen 1977'de mide kanserinden ölecek..." (s. 94-95) Romana renk katıyor bunlar diye düşünüyorum. Roman bir yerde kesiliyor, geçmişe ve geleceğe uzanıyor, sonra kaldığı yerden sürüyor. Bu da güzel bir kurgu; ama bunu kaçırmamak gerek, dikkatli okumak gerek.

-Geçmişle bugün arasında durmadan zıplıyor anlatım; bir oraya bir oraya gidiyor, ama çağrışımlarla gidiyor.

-Belli bir zaman dilimi yok, iç içe. Şimdi "Dorukta" bölümüne gelelim. Uludağ ve Bursa ovası, mitolojideki adlarıyla destansı bir anlatımla veriliyor. Ben bundan çok keyif aldım. Destanları severim. Aynı destansı özellik, romanınızda var: "Başlan dik, yüzleri gülüyor, tanrı Ze-us'un makamına, Olympos dağının doruğuna çıkıyorlar... İnanabiliyor musun Kibele Ana, Türkler Zeus la barışmaya geliyor." (s. 103-104) Evet, "Bursa ya gelip de Uludağ'a çıkmamak olur mu?" diyorsunuz. Bu bölümde "Bursa da akrabalarını ziyaret ediyorlardı. Çocukluklarının bir bölümü, çınarlar ve çiniler kentinde geçmişti." Yazarın, yani sizin ailenizin yaşamının bir bölümü Bursa'da mı geçti? Bur da hem gerçek var, hem kurmaca diyorsunuz, bunun için soruyorum. Bursa deyince çınarlar ve çiniler mi geliyor aklınıza?

-Annemin çocukluğunun bir bölümü Bursa'da geçmiş. Demin de söylediğim gibi Uludağ'a çıkma olayı bir gerçek. Benim aklıma öyle geliyor, Uludağ ve çınarlar. Niye öyle geliyor, bilemiyorum. Benim düşümde Bur-sa'nın resmi öyle.

-Yine burda gerçekçi betimlemeler var. Bursa'da, Uludağ'da bulundunuz mu?

-Evet, Kirazlıyayla'ya kadar gittik.

-Vicdan'ın burda iki başarısı var. Dağa tırmanma ve Mustafa Kemale ulaşma. Uludağ ve Mustafa Kemal burada doruk olarak görülüyor.

-Tamamiyle öyle.

-Vicdan'ın Gazi'yle karşılaşması özene bezene, incelikle, dramatize edilerek anlatılmış. Bu bölüme çok özen gösterdiğiniz belli oluyor. M. Kemal'in romanda özel bir yer alması, romanı daha ilginç hale getiriyor.

-Kitabın doruğu sanki o sahne.

-Kemalist İdeolojinin öne çıktığı bir roman. Biçimsel yönden de dikkatle yazılmış. Bazı bölümlerde kendinizi, duygularınızı katıyorsunuz. Zaman zaman öne çıkıyor, zaman zaman geri çekiliyorsunuz. Anlatıcı kişiler değişiyor. Kahramanlarınızın duygularını, içlerinden geçirdiklerini, başarılı, inandırıcı, okuyucuyu da içine alıp yaşatan bir anlatımla vermişsiniz. Yer yer romanın satırları arasına girip konuşuyor, duygu ve düşüncelerinizi anlatıyorsunuz. İçinde bulunulan zamanı durdurup geri dönüşler yapıyor ve bunu kaldığı yere bağlayıp anlatımı sürdürüyorsunuz. Hiçbir kopukluk olmuyor. Aksine bağlam yerleri öylesine yumuşak ve doğal ki, kopan, sırıtan ayrık duran hiçbir şey yok. Bu, okuyucuyu sürüklüyor.

-Yaa, ne güzel!..

-Kullandığınız dille ilgili canlı, etkili betimlemeler yapmışsınız. Öyle ki, insana yaşatıyor, sanki görüyor ve kokusunu duyuruyörsünüz. Bu başka duyumlarla devam ediyor: "Havayı yırtan merminin sesi... Metalle karşılaşan dokunun sesi, kumaşın, derinin ve kasın... Kopan atardamarın sesi... Karın ılık sesi... Kan emen kar kütlesinin sesi..." (s. 148) Okurken insan...

-Ürperiyor mu?

-Evet, bir tuhaf oluyor. Daha biyokimyasal anlatımlarınız da var. Çok ilgimi çekti. Bu romanda benim dikkatimi çeken alışılmışın dışında bir dil, benzetmeler kullanılmış. Bunu okurken şöyle düşündüm: Sizin eczacı olduğunuzu biliyorum. Bir eczacının, bir kimyacının gözünden edebiyat böyle anlatılabiliyorsa, başka mesleklerdeki kişiler de mesleklerini katarak yazsalar kim bilir neler yazarlar, edebiyatı nasıl zenginleştirirler diye düşündüm. Bıır-da bir eczacının, bir kimyacının, yazınla fen'i nasıl bireş-tirdiğini anlatan şaşırtıcı bir dil kullanmışsınız. Bu romanda Kemalist düşüncenin yanı sıra estetik kaygıya da aynı oranda önem verildiğini görüyorum.

-Estetik kaygı olmasa roman zaten başarısız olur. Mesleki açıdan yaklaşımı da şöyle ifade edebilirim: Ruh durumlarını inceleyen bilim dallan, psikolojiyle psikiyatri gelişmeden çok önce, roman aslında ruh durumlarım çok güzel çözümlemişti. Bir Tolstoy, bir Dostoyevski, bir Bal-zac... Hatta psikiyatri birtakım saptamaları ve analizleri o kitapların üzerinden yaptı. Sadece hayatın içindeki insanlardan değil, romanlardaki çözümlemelerden yaptı. Bugün psikoloji ve psikiyatri konusunda romanın yapacağı fazla bir şey yok. Romanın konusu yine insan, insan duyguları. Ama bir alan var gibi geliyor bana. O alan da şu: Vücudu- muzun işleyişiyle, ister sağlıklı olsun ister hastalıklı, duygularımız ve duygusal tepkilerimiz arasında müthiş bir bağlantı var. Bu bağlantı bugün hâlâ bilim için açık değil. Ama insan vücudunun anatomisinin fizyolojisini biraz olsun tanıyan bir kişi, bir edebiyatçı olarak duygulara bakıyorsa, insanın davranışlarına bakıyorsa, bilimin henüz saptayamadığı kimi bağlantıları sezebilir gibi geliyor bana. Burda edebiyata bir işlev düşüyor diye düşünüyorum. Bedenimizle duygularımız arasındaki ilişkinin özümlen-omesinde, anlaşılmasında, kavranmasında...

-Kahramanlarınızdan Raik, Karadenizli. Karadeniz ağzı çok baskın, çok belirgindir. Romandaysa "Bölgesel-Hğin en ufak izi bile yoktu Raik'in konuşmasında" (s. 194) deniyor. Toplumumuzda genellikle doğallık adına, içtenlik adına yöresel sözler kullananlar var. Dilimizi güzel ve doğru kullanmalıyız diye düşünüyorum. Bir edebiyatçı, bir dilci olarak hu konuyu atlamak istemedim.

-Romanda o sözleri söyleyen Raik kadar katı düşünmüyorum belki. Ancak şunu belirtmek istiyor kitap: Raik ve Raik'in mensup bulunduğu kuşak, Türkiye'nin uluslaşma sürecini en yoğun biçimde yaşadığı bir dönemde yetişiyor. Onlar için önemli olan ulus, ulusal ortak dil, o dilin doğru ve güzel olması. Yöresel kültürlere karşı değiller belki; ama yöresel kültürleri kapsayıp, onun üstünde ulusal bir kültür yaratmak istiyorlar. İnsan geldiği yörenin şivesinden izler taşıyorsa dilinde, bence bundan rahatsız olmasına gerek yok. Raik kadar katı düşünmüyorum. Ama bizim ülkemizde politikacıların da, halkın da kafasında sınıf bilinci zayıflatıldığı için, halkçı olmak tamamen anlamından saptı. Halkçı olmak, halkın daha mutlu bir yaşantısı olması için çalışmaktır bana göre. Kemalistlerin halkçılığı da buydu. Bizim politikacılarımıza göre halkçı olmak, bozuk bir şiveyle konuşmak, özensiz bir kılıkla gezmek...

-Romanda zengin söz dağarcığıyla ilgili örnekler var; "yanılsama, yıprak, görüngü" gibi. Dilimizde çok kullanılmayan...

-Ama güzel sözcükler...

-Kulağa hoş gelen sözcükler, "ilksel, kösnül..." Üçüncü kez okursam belki daha fazla soracaklarım olur. (Gülüşmeler)

-Çok fazla sorunuz var ve ilginç sorular, çok güzel.

-Teşekkür ederim. Eleştirmen değilim; ama yapabildiğim kadarıyla romanın değerini ortaya koymak istiyorum.

-Çok teşekkür ederim, bunu yaptınız zaten.

-Yer yer feminist düşünceler var romanda. "Kadın kaleme aldığı şiirleri, öyküleri bastırmayı düşünmedi bile, kocasının önüne geçmemek için." (s. 213) Bunu yapan Vicdan. Halbuki çok da anlayışlı bir eşi var.

-Vicdan kendisine karşı anlayışlı değil.

-Ben hemen 272. sayfaya bir gönderme yapmak istiyorum. Her ne kadar bu kitap Kemalist ideolojiyi anlatıyorsa da yer yer kadının kimliğinin Türk toplumundaki yerini hissettiriyor: "Yaşamın maddesel zorluklarının üstesinden gelinirse, günün birinde, kadınlar ve erkekler birbirlerini sevmekten, birbirlerine sığınmaktan vaz mı geçecekler? Yoksa o zaman mı sevmeyi öğrenecekler?"Düşündürücü tümceler...

-Cevabı meçhulse bile.

-Burda annenizin M. Kemal'e ve Nâzım'a beslediği sevgiyi dile getiren sözler var. "Babama tek sadakatsizliği buydu galiba." (s. 219) Böyle sadakatsizlik de...

-Dostlar başına!.. (Gülüşmeler)

-Herkes M. Kemal'i ve Nâzım Hikmet'i bu kadar özümseyebilse, anlayabilse... yine geldik Bursa ya. "1935 yılının bir temmuz günü Raik Bursa cezaevinin arka avlusuna bakan kahvede oturuyordu. Dört yüz yıllık çınarın gölgesinde." (s. 227) Gerçek mi yoksa kurgu mu?

-Kurgu. Tabii Bursa'da insan o tarihi birikimi hissediyor. Sade Bursa değil, Bursa gibi kentlerde tarihsel mimarinin, hiç olmazsa tarihsel dokunun bir kısmının kaldığı kentlerde zamanın geçişini hissediyorum ben. Bursa'da bulundum; ama yaşamadım, gezi için gittim.

-Muradiye'de, Uludağ'a doğru çıkarken eski Bursa evleri vardır.

-Bir de orda müthiş bir çınar var, Uludağ yolunda, 600 yıllık bir çınar.

-Osmangazi, Orhangazi'nin türbeleri de... O tarafa, Tophane tarafına gidince ürperiyorum, sanki geçmişe gidiyorum. Geçmiş tüm yaşanmışhğıyla karşımda duruyor, bana çok yakın. Geçmişle bugünü bağdaştırabilmek, hatta yarını... Hepsini bir arada tutabilmek...

-Zamanı hissedebilmek... Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şiirindeki gibi zamanı hissettiriyor.

-"Orhan zamanından kalma bir duvar l Onunla bir yaşta ihtiyar çınar (...) Billur bir avize Bursa'da zaman."

-Evet, zamanın geçişini, geçmişi hissettiğiniz gibi, geleceği de hissediyorsunuz.

-Kendinizi bulunduğunuz yaşta değil de birkaç asır yaşta hissediyorsunuz. Çok yaşamış gibi oluyorsunuz, kendi yaşınız o zamanın içinde o kadar küçük kalıyor ki!

-O anın dışına çıkıyorsunuz.

-Geçmişten geleceğe. Ben buraya, sizin evinize girince de onu hissettim. Eski antika koltuklar, geçmişi çağrıştıran eşyalar... Bu evde, bu eşyalarla yaşamış olanları du-yumsadım. Bu eşyahırm bir ruhu, bir canlılığı var, yaşanmış anıları var.

-Günümüz eşyaları gereğinden fazla koşturuyor insanı. Ne kendinizin farkına varabiliyorsunuz, ne çevrenin, ne yakınlannızdakilerin, ne de zamanın geçişinin. Oysa insan bunların hepsinin farkında olmak ihtiyacında zihinsel olarak. İnsan olmanın bir parçası tüm bunlar. Her şeyin bir parçası olduğunuzu hissedebilmek, evrenin bir parçası olduğunuzu da, insan olmanın bir parçası olduğunuzu da... Gündelik koşuşturmada bu hissiniz gidiyor.

-Geçmişten kopmamak, özümsemek; bugünle onu birleştirebilmek, aynı zamanda geleceği de görebilmek, bunlar önemli şeyler insan için. Tarihi duyumsatan Bursa gibi bir şehrin kitapta yer alması ilgi çekici.

-Bursa'nın bu kitaba girmesi şöyle oldu: Birincisi, Uludağ'a tırmanma olayının gerçek bir yaşantı olması, 30'lu yıllarda. İkincisi, "Bursa'da Zaman" şiirini çok seviyor oluşum. Annemle babamın, Tanpınar'ın şiirlerini çok sevmesi. "Bursa'da Zaman" bölümünü yazarken, Bur-sa'yı çok fazla tanımıyordum. Bunu yazdıktan sonra Bur-sa'ya gittim ve daha ayrıntılı o zaman gezdim Bursa'yı. Daha önce de bulunmuştum, Uludağ'a çıkmıştım; ama Bursa yol üstünde geçtiğim bir yerdi, her yaz yazlığa giderken... İçine girdiğim bir kent değildi. İlk Bursa ziyaretim yıllar öncedir. Fakülteden bir bitki toplama araştırması için Uludağ'a gitmiştik. Tabii Bursa'da da kaldık. O eski duvarlar ve çınarlar, çok etkilemişti beni. Şehrin belleğimdeki görüntüsü o. Ulucami yakınlarındaki o eski duvarlar ve çınarlar... Sonra tabii Uludağ... Zaten sisli bir havada müthiş bir görüntüsü oluyor, nasıl diyeyim, 'uhrevi' desem değil, 'ulu' desem değil; yani 'masalsı' bir havası oluyor. Özellikle sisli havada dağ, o sisin içinde eriyormuş gibi oluyor. Mistik bir atmosferi var Bursa'nın. Kitabı yazdıktan sonra Bursa'yı daha ayrıntılı gezme fırsatını buldum. O mistik atmosferi o zaman daha çok hissettim. Bu daha çok benim hayalimdeki Bursa; ama gerçekle örtüşüyor.

-Size çok iyi anlatılmış Bursa aileniz tarafından.

-Bursa edebiyatımızda çok yaşayan bir yerdir. Belki çok fazla metin, şiir yoktur Bursa'yla ilgili; ama olanlar etkileyicidir.

-"Yeşil Bursa", "Cennet Bursa" diye parçalar okumuştuk Türkçe kitaplarından.

-Şu da olabilir tabii. Annemin çocukluğunun bir bölümü Bursa'da geçmiş ve şunu şimdi sizinle konuşurken ben de fark ediyorum, düşünüyorum bir yandan da çünkü. Bursa bana çok hoş bir yer olarak anlatılmış olabilir. Bursa'da mutlu bir zaman yaşanmış. Annemin çocukluğu da pek çok Anadolu kentinde geçmiş. Bu kitapta verilen ayrıntılar gerçeğe çok yakın. Pek çok yerde dolaşıyorlar; fakat Bursa'da mutlu bir zaman geçiriliyor. Her yerde o kadar mutlu değiller. Güzel bir evde oturuyorlar. Herhalde ben çocukken annemden, ondan çok da anneannemden bir Bursa imgesi almışım.

-Burda onu görüyorum: "Dışarıda oturuyorlar, akşam... Asırlık ahşap evin bahçesi. Kayısı ağacının altında kurulmuş, kolalı ak örtülü sofra." (s. 236) Yemek yiyorlar, söyleşiyorlar, şiirler okuyorlar... Daha çok Nâzımın şiirlerini. Doğrudan yer almasa bile bu romanda Nâzım'in da bir yeri var. Kahramanların duygu ve düşüncelerini onun şiirleriyle dile getiriyorsunuz. "Raik heyecanlandı, kalbi çarpıyor! Burhan Nâzımın şiirlerini ne kadar güzel okuyor! Perde perde yükseliyor sesi." (s. 241) diyorsunuz. Nâzmın romanda yer alması da M. Kemal kadar etkileyici.

-Nâzım, hem benim kuşağımın duyarlığının gelişmesinde çok önemli payı olan bir insan, hem de bu kitapta anlatılan Raik ve Vicdan'ın kuşağında çok etkili... Nâzım'ın ilk şiirlerini o kuşak coşkuyla biliyor. Şiirlerin yasaklanması daha sonra. Arada tamamen Nâzım'dan ayrı yetişmiş bir kuşak var, o başka mesele. Ama yasaklanmadan önceki dönemde Nâzım, o dönemin gençleri için çok önemli bir şair. Bir de şöyle bir benzetme var: Nâzım'ın Kuvayı Milliye Destanı bir uluslaşma sürecinin hikâyesidir aynı zamanda. Destandaki bütün insanlar, Anadolu'nun farklı bir yöresinden gelmiştir, hatırlayın. Burda da Vicdan'ın ailesine bakın. Yakın arkadaşı, kocası, susu busu, kardeşinin karısı falan... Hepsi Türkiye'nin ayrı yerlerinden gelmişler ve kaynaşmışlar şu veya bu biçimde.

-Şimdi, "Dağın Öteki Yüzü"ne, yine Uludağ'a geldik bu bölümde.

-Kitap sanki bir daire çiziyor, Uludağ'a çıkışla başlayıp tekrar oraya, çıkışın ertesi gününe dönüyor.

-Evet. Burada büyük harflerle yazılmış M. Kemal'in iç düşünceleri var. Bunu çok inandırıcı bir şekilde yapmışsınız. Bu roman Kemalist ideolojinin romanı... M. Kemal'in hissettiklerini yanındaymış, beynindeymiş gibi bilmenizin nedenini merak ediyorum. Bu bir olasılık mı, tahmin mi, ya da gerçekten bu tür düşünceleri yansıtan, anlatan kişilerden mi duydunuz, nasıl bu kadar gerçekçi anlatabildiniz M. Kemal'in hissettiklerini?

-Kitapta anlatıldığı biçimde annem M. KemaFle görüşüyor. Atatürk'le arasında geçen konuşmaları annem bana aktarmıştı. Ama onlar o kadar önemli değil. Burda önemli olan M. Kemal'in iç düşünceleri. Onları nasıl kurguladığıma gelince: O kadar bunalımlı bir dönem yaşadık ve hâlâ yaşıyoruz ki, galiba hepimiz, Türkiye yurttaşlarının hepsi uzunca bir süre, Atatürk üstünde düşündü. Kimisi sevgiyle, kimisi saygıyla, kimisi hayranlıkla, kimisi anlamaya çalışarak, kimisi nefretle ve kinle. Ben de düşündüm. Ben sevgi saygıyla, zaman zaman hayranlıkla, daha çok da anlamaya çalışarak düşündüm. M. Kemal'in psikolojisi neydi acaba? Bütün o mücadele sırasında ve ondan sonraki cumhurbaşkanlığı sırasında... Son yıllardaki bütün fotoğrafları hüzünlüdür. Sadece sağlığının kötüye gitmesinden mi? Değil. Bence dünyanın, büyük felaketin arifesinde olduğunu görüyor, seziyor. Ülkesi için de çok endişeli. Bu kitabı yazarken özellikle Atatürk'le ilgili bir şeyler okumadım; yılların birikimi var, okunmuş kitaplar var. Bana sanki çocuksu yanları da olurmuş gibi geldi. Çünkü bütün büyük insanların içinde bir çocuk vardır. Kitabı bi-tirdiktan sonra, Yakup Kadri 'nin Atatürk adlı kitabını okudum. Orda kendi hayalimdeki Atatürk'ün bir tür sağlamasını buldum. Bu beni çok rahatlattı. Romanı yazmıştım ama içim rahat değildi, yani kitabın edebi bütünlüğünün içerisine hayalimdeki Atatürk oturdu. Acaba gerçeği çok mu tahrif ettiğim gibi bir sıkıntı yaşıyordum. Yakup Kadri'nin Atatürk'ünü okuyunca orda hakikaten zaman zaman çocuksuluğu da olabilen, her türlü küçük şeyden uzak bir insanın anlatıldığını gördüm. Küçük düşünceler, küçük çıkarlar, küçük korkular, küçük dedikodular, küçük hesaplar... Bütün bunlardan çok uzak bir insan anlatılıyordu. Benim hayalimdeki Atatürk'ün sağlamasıydı; o zaman içim daha bir rahat etti.

-Şimdi "Kızıma Günce" bölümündeyiz. Bir kızınız vardı sizin... Bu bölümde de mektuplara yer verildiğini görüyoruz. Ben bu mektupların, gerçek mektuplar, doğru mektuplar olduğunu düşünmüştüm.

-Hayır, hayır!.. Mektupların hiçbirisi gerçek mektuplarla çakışmıyor. Çok fazla mektup vardı, çok mektup okudum, o ayrı mesele.

-Onların bir özü müydü bu?

-Özüydü.

-Önemli olanlarım siz mektuplaştırdımz, biraz da di lini günümüze yaklaştırdınız sanıyorum.

-Bir tek gerçeğe uygun olan Raik'in seyahatleri. O acayip seyahatleri var ya müfettişken, bir türlü Antalya'ya ulaşamıyorlar, bilmem nereye... Bir de Kore Savaşı'nda savaşla ilgili ayrıntılar... Bilmem kaç kilometre öne gitti, geride kaldı, surda burda...

-Onlar da mı? Ne kadar gerçek anlatılmış, sanki bir savaş tablosu çiziyor insanın gözünde. Bu tür şeyler anlatıldı mı sizin ailede?

-Kore mektuplarını tabii çok okudum. O, savaşla verilen teknik ayrıntı. Gerçi o ayrıntıların bir kısmını yazanlar da çarpıtarak yazıyorlar aileler endişelenmesin diye, ayrıntıları bilmem mümkün değil, onlar verilmişti mektuplarda, onları aldım.

-Bu romanda sorulacak, üzerinde durulacak o kadar çok şey var ki...

-"Şurda şunu mu demek istediniz?", "Şunu demek istediniz değil mi?" diye bir iki soru geldi. Yoo, dedim, öyle bir amacım yoktu yazarken. Ama bakıyorum, evet doğru, o anlamda metinler çıkıyor. Metin bazen yazarını aşıyor, bu da hoş bir şey.

-Ben bunu yazmayacaktım, başka bir şey yazmak için yola çıktım; ama kalem beni nerelere götürdü diyebiliyor insan.

-Evet, metin sizi aşıyor. Bu kitabın önünde bir şans belirdi. Gerçekleşebilir mi bilmem? İngilizceye çevriliyor. İngiliz edebiyatı öğretim üyesi Elizabeth Maslen, İngiliz edebiyatı üzerine konferans vermek için Türkiye'ye gelmişti. O zaman görüştük. Birlikte çeviriyoruz.

-Bu kitabın dünyaya açılması, başka dillerde yayımlanması gerek. Bir de filmi olmalı, ben filmini de düşündüm okurken.

-Filmi çok zor diye düşünüyorum. Birçok insan söyledi filme çok uygun diye. Ama senaryocunun ustalığı, mekân, dönem özelliklerinin canlandırılması lazım. Ancak çok pahalı bir film olabilir. Onun için herhalde olmaz.

-Bakarsınız olur. Kitapları film olduğu zaman yazarlar pek memnun kalmazlar genellikle. "Ben orda öyle dememiştim, böyle bir bölüm yoktu..." gibi.

-Bir miktar değiştiriliyor tabii film çekilirken, ticari amaçlar düşünüldüğünde.

-Yine "Kızıma Günce" bölümünün bir yerinde diyorsunuz ki: "Evet annem haklıydı, ben Nefise'nin kızıyım. Nefise Vicdan'm farklı yaşantı kesitlerini birbirine teğel-leyen iplikti, sürekliliği, tümlüğü sağlayan. (...) Ben Nefise'nin kızıyım. Vicdan ve Nefise den doğma, Kibele'nin sütünden emmiş, Raik ve Türkiye'den olma..." (s. 278-279) Neden iki anne? Ben bunu fark ettim; ama bir de sizden duymak istiyorum. Nefise ile benanlatıcıyı özdeşleşti-ren başkaldırı benzerliği mi? Virginia Woolfun da sizde önemli bir y eri var. Siz, N ora, Virginia Woolf, Nefise arasında benzerlikler görüyorum.

-Benanlatıcı, "Ben Nefise'nin kızıyım", diyor. Dediğiniz çok doğru, başkaldırı ve kendi adına başkaldırı var. Vicdan'da kendi adına başkaldırı yok. Vicdan toplumsal bir ülkü adına başkaldırıyor, Nefise kendi adına. Hem daha bireysel hem daha bireyci. O açıdan "Nefise'nin çocuğuyum" diyor. Bir de şu var: Hepimiz yaşadığımız dönemin özelliklerini taşıyoruz. Ayn kişisel özelliklerimiz elbette oluyor, olmalı da zaten. Ama belli bir kuşağa mensup olmanın da özelliklerini taşıyoruz. Her bir kuşak da, kitabın başka yerlerinde buna değiniliyor zaten, kendinden önceki kuşağın, ana-babasının kuşağının özelliklerini taşıyor. Sade ana-babamızın çocuğu değiliz, onlann kuşağının çocuğuyuz.

-Bir yerde birbirine giriyor, uzantısı oluyor.

-Evet, sade kendi çocuklarımızı etkilemiyoruz. Çevremizdeki bütün çocukları etkiliyoruz. Hele de bunları öğretmenler için düşünürsek, değil mi? Bir de o açıdan, Nefise ile Vicdan'in kuşağının çocuğu olması açısından, Nefise ile arasında bir bağlantı var. Vicdan da Nefise de edebiyata çok düşkün; ama Nefise daha çok sahip çıkmış kendi kişisel edebiyat yeteneğine. Bu açıdan da Nefise ile benanlatıcı ilgisi daha güçlü. Virginia Woolf a gelince; beni çok etkileyen bir yazar. Çok hoşuma gidiyor, çok beğeniyorum. Çok büyük bir romancı olduğunu, insanın iç dünyasını çok güzel görebildiğini düşünüyorum. Çok şiirseldir romanları, hepsi değilse bile romanlarının bir kısmı gerçekten büyük şiirler gibidir. Tabii kolay bir yazar değil, ilk okuduğunuz zaman insana çok yabancı geliyor. Hemen hemen hiç olay anlatmıyor. İnsanın iç düşüncelerini, anlık düşüncelerini anlatıyor. Düşünce konuşmadan daha hızlıdır, onları veriyor. Alışmak lazım üslubuna, buna alıştıktan sonra dili de çok olağanüstü geliyor. Her şeyi İngiliz-cede anlamak o kadar kolay değil. Çevirirken Virginia Woolf'u yakalamak gerekiyor. Tanınması gereken çok ilginç bir yazar. Tomris Uyar'ın çevirileri güzel. Uyar dile de hâkim bir yazar.

-Roman benanlatıcının iç konuşmalarıyla bitiyor. Sizin eklemek istediğiniz, benim sormadığım...

-O kadar güzel sorular sordunuz ki ekleyecek bir şey kalmadı. Tam bir muhasebesini yaptık işin.

-Söyleşi için teşekkür ediyorum sayın Atasü.

*

Bir yapıtın, bir romanın nasıl oluştuğunu görmek, bunu yazarından dinlemek ne keyif verici diye düşündüm. Söylenmemiş, buraya sığmamış şeyler de var bu söyleşide. Romanın zenginlikleri arasından ben bu kadarını keşfettim. Gerisini okuyan bulacak elbette...