DİLEK DOLTAŞ DAĞIN ÖTEKİ YÜZÜ

DAĞIN ÖTEKi YÜZÜ*

Erendiz Atasü 1995'de yayınlanan Dağın Öteki Yüzü adlı kitabı için "öyküyle roman arasında gezinen bir anlatı" der**. Bu açıklama kitabı yalnız yazın ve kurmaca gibi ele alıp onu salt biçimsel açıdan tanımlamaya çalıştığı için kanımca sınırlayıcıdır. Atasü'nün anlatısı kurmaca olduğu kadar gerçek olaylar ve kişiler üzerine kurulu bir belgesel metin, bir tarih metnidir. "Sunuş" ile onu izleyen "Masumiyetin Son On Yılı" ve "Dalga" başlıklı üç kısa bölümde, anne ve babasının gerçek ve kurmaca mektuplarından yola çıkarak 1930'ların ve '40'ların tarihini ve bu tarihin kendi yaşamındaki yerini araştırmaya başlayan yazar 285 sayfalık kitabın 210 sayfasını oluşturan "Kemalistler" bölümünde öncelikle annesinin sonra da onun yakınları diye sunduğu kimi kurmaca kimi gerçek kişilerin yaşam öykülerini dramatik bir yöntemle aktarır. Bu bölümü izleyen "Kızıma Günce "de ise yine yazara döneriz ve yazarın yaşamının nasıl annesinin ve kızınınkinden ayrılamayacağını anlarız. Birinin şimdisi öbürünün geleceği olurken şimdiden bakıldığında geçmişin de farklı bir anlam kazandığını, farklı bir gerçeğe, tarihe dönüştüğünü görürüz. Böylece Atasü Dağın Öteki Yüzü'nde tarih ve gerçeklik kavramının insan ve zaman unsurlarından ayrı düşünülemeyeceğini kurgusal bir anlatımla sergileyerek hem gerçek ile kurgu ayrımını, hem de yazınsal ile tarihsel metin farklılaşmasını sorunsallaştırmış olur. Kitabı ilginç, çarpıcı ve çağdaş yapan ise kurmacayla gerçeğin yani belgesel, tarihsel diyebileceğimiz olaylar, kişiler ve durumlarla düş ürünü olanların aynı düzlemde, birbirlerini etkileyen bir biçimde geliştirilerek sunulmasıdır. Tarihin değişken olduğunu, duygu ve anlayış değiştikçe tarihe ait olanın da öznelerin belleklerinde değişime uğrayarak bir açıdan somut gerçekliğini yitirdiğini Dağın Öteki Yüzü'nde Türkiye Cumhuriyeti tarihinden alınan örnekler çerçevesinde görürüz,

Altı bölümden oluşan kitapta her bölümün bir ana bir de alt başlığı vardır. "Sunuş" kısmının alt başlığı "Okura Mektup"tur. "Sunuş"ta Atasü önce bir sözlü tarih yazan diliyle 1930'lu ve 1940'lı yılların ruhunu ve olaylarını o yıllarda yaşamış kişilerin, Kemalist kuşağın, özellikle de annesiyle babasının ağzından vermek istediğini söyler. Bölüm şöyle başlar:

Annemin ölümünden sonra, ondan kalanları incelerken, 1930'larda ve '40'larda, babamla birbirlerine yazdıkları tomar tomar mektupları bulmasaydım, bu kitap kaleme alınmazdı. Sonra, başka mektuplar da çıktı ortaya; annemin kardeşleriyle ve İngiltere'deki arkadaşlarıyla yazışmaları.... Ne bulmuştum satır aralarında? Geçmişin ruhunu. ... Birinci Dünya Sava-şı'nın yetimleri, ölüme yargılı bir halkın yeniden doğuşunun çocukları, Cumhuriyet coşkusunun gençleri... Onları, parasız yatılı koğuşlarından, "yeniden doğuşun" mimarları arasına katılmaya götüren direnç ve mücadele! Gençlik ülkülerine sonraki yıllardaki bağlılıkları, kırgınlıkları ve suskunlukları... (15)

Atasü bir yandan, annesinin ve annesinin kuşağının yaşamına ilişkin olayları bir tarihçi titizliği ve yalınlığıyla kişi, yer ve zaman belirterek aktarmaya çalışır: "Annem Hadiye 1929 yılında, Çapa Kız Muallim Mektebi'nde öğrenciyken ... devlet burs sınavını kazanır ve İngiltere'ye tahsile gönderilir. Aynı grupta, ... Saffet Korkut, Orhan Burian, İrfan Şahinbaş da vardır"(l6). Bir başka yandan kurmacanın kitaptaki önemli yerini ve kapsamını anlatır:

Bu kitaptaki Vicdan, annem Hadiye'den, Raik, babam Faik'ten; Vicdan'ın annesi Fitnat Hanım, anneannem Elmas'tan esinlenerek yaratılmışlardır. ... Birbirlerine çok benziyorlar; ama tuhaf biçimde ve kesinlikle birbirlerinden farklılar. ... Kitaptaki diğer kişiler, örneğin Vicdan'ın İngiltere deneyimini paylaştığı arkadaşı Nefise tümüyle düş ürünüdür. Vicdan'ın kardeşleri Reha, Burhan ve Cumhur,... hem annemin hem babamın ailelerine mensup dayıların, amcaların, eniştelerin imgelemimdeki bileşiminden doğdular. ... Kitaptaki olayların tümü, ikisi dışında, düşseldir, (l 6-17)

Yazar olayların güncel ve nesnel gerçeğe uygun olup olmamasının değil, öznelerin onları nasıl algıladığı ve onlardan nasıl etkilediğinin kendisi için asıl belirleyici ve gerçek olduğunu öne sürerek "Sunuş" bölümünde şöyle der:

Benim için olaylar tek başlarına ne yaşamda ne yazında önemlidir; olay ayrıntılarına değin belleğim hep zayıftır. Ancak olayların anlamı, nedenleri ve sonuçlan, iç dünyadaki izdüşümü beni hep düşündürmüştür. (17

Daha sonra kitapta olaylar gibi kişilerin de belleklerde ve duygularda bıraktıkları izlenim ve etkilerle önem kazanıp onlara göre tanımlandığını görürüz. Atasü, doğrudan tanımadığı ancak yapıtlarıyla kitabının oluşumuna büyük katkıda bulunan üç büyük kişiye "Sunuş" bölümünde teşekkür ederken bu yaklaşımını açıkça sergiler:

İmgeleri bu kitabın başından sonuna dek birer dalga gibi titreşen üç büyük insana çok şey borçlu olduğumu belirtmem gerek. Varlığını ülkemi yeniden dirilten can suyuna dönüştürmüş Mustafa Kemal Atatürk'ü, dilimin büyük şairi Nazım Hikmet'i ve beni içimdeki yazara yaklaştıran Virginia Woolf'u sevgi, saygı ve hayranlıkla anıyorum, ...

Ve Sevgili okur, elbette size de teşekkür ediyorum. Erendiz Atasü (23-24)

Böylece "Sunuş" bölümünde Atasü önce yazmak istediği dönemin tarihine ilişkin topladığı bilgi ve belgeleri kaynaklarıyla beraber açıklar, sonra yöntemi, felsefi ve yazınsal öncelikleri konusunda bilgi verir, daha sonra kendisine yardımcı olan kişilere ismen teşekkür eder; bölümün son paragrafında da insan ve yazar olarak gelişmesinde önemli yer tutan, ancak şahsen tanımadığı, tarihe mal olmuş üç kişiye duyduğu şükran borcunu dile getirir.

Yukarıdaki alıntının son tümcesi ise dikkatimizi dramatik bir üslupla anlatının farklı bir özelliği üzerine çeker. "Ve Sevgili Okur, elbette size de teşekkür ediyorum," diyerek kurgunun yazan Erendiz Atasü kurgunun içinden dışardaki okura seslenir. Böylece hem okurun da bu öykünün oluşmasında etkin bir rolü olduğunu belirtir, hem de bu çabasından dolayı ona teşekkür eder. Bu bölümde bir tarih kesitinin ya da biyografinin nasıl, neden ve kimlerin katkısıyla ortaya çıktığını bize bir bilim adamı titizliğiyle açıklamış olmakla kalmayan Atasü aynı zamanda kendi dramatik yaklaşımıyla geleneksel okur/yazar, tarihsel kişi/yaşayan kişi, gerçek/kurmaca, bilimsel ya da belgesel metin/yazınsal metin karşıtlıklarını bozarak tüm bu kavramları sorunsallaştırır. Bu yolla sözde tarihsel ve nesnel olan gerçek tüm öznelliği, devingenliği, zamansallığı ve çelişkileriyle aktarılmış olur. "Sunuş" bölümünün alt başlığı "Okura mektup..."tur. Bir tarih metninin ya da belgesel bir metnin amaç, yöntem ve kapsam açılarından tartışılması amacıyla kaleme alındığı izlenimini veren "Sunuş" başlığını "Okura mektup..." alt başlığının izlemesi ayrıca ilginçtir. Ana başlık yazın üslubu yönünden okurda ne ölçüde bilimsel bir metin beklentisi uyandırırsa alt başlık da üslup özellikleri yönünden kitabı o ölçüde özel yazışmaymış gibi tanıtır. Birbirini silen ya da sorunsallaştıran üslup ve kavramların ilk bölümden başlayarak tüm kitap boyunca sürekli yanyana kullanılmaları Dağın Öteki Yüzü'nü bir dönem ve bir kişi üzerine yazılmış çok başarılı bir postmodern anlatı yapar.

İkinci bölümün ana başlığı "Masumiyetin Son On Yılı", alt başlığı ise "Özgürlüğe doğru..."dur. Birinci bölümde annesinin yaşamı üzerine yoğunlaşan yazar burada kendisine döner ve geçmişinden, düşlerinden, duygularından ve belleğinde yer etmiş kişi ve olaylardan kesitler aktarır. Bu kısımda geçmişle şimdiki zaman duygu, düşünce ve bellekte olduğu gibi yan yana, birbirleriyle etkileşim halindedir ve birbirini dönüşüme uğratır. Atasü "Sunuş" bölümünde gördüğümüz okuruyla sohbet eden, onu doğrudan anlatının içine almaya çalışan üslubunu burada da sürdürür.

Annemle babam yalnızca tango ve vals yaparlarmış Cumhuriyet Balolarında... bakın bakalım, geçmişin görüntüleri arasında onları seçebiliyor musunuz? Ayaklarını cendere gibi sıkan rugan iskarpinleri, alışık olmadıkları fraklarının içinde tere batmış, hiç yakınmadan, canla başla vals yapan taşralı Kemalistleri... '70'lerin penceresinden gülünç gözükürlerdi, şimdiyse trajik...

(Dokunaklı, eğlenceyi bile ciddiye almaları; tıpkı senin kuşağın gibi...) (27)

Kendi kuşağından baktığı zaman gülünç ya da trajik gözüken anne babasının değer yargılarıyla barışması Kemalist ideolojiye saygı duymayı öğrenmesi, entellektüel olarak büyümesi ve kendini tanımasıyla mümkün olur. Masumiyetini yitirmek olarak tanımladığı bu dönemini Atasü şöyle anlatır:

Sonra '80 darbesi vurdu! Bildiğimiz dünya dağıldı. Kostümler değişti, kaldırılan oyunun yerine yeni bir kanlı güldürü sahneye kondu.

(Uyumsuzlukları örten tüm şallar yırtıldı... Çıplak kaldı herkes. O zaman kendimi ve diğerlerini gördüm...) ... Dayandım. Yolculuklara çıktım, dünyayı dolaştım; masumiyetimi hepten yitirdim. Ve ancak o zaman, o güne dek gördüklerimi ve okuduklarımı gerçekten anlayabildim. Masumiyetini yitirmiş dünyayı kavrayabildim! (30)

Masumiyetini yitiren, bilinç ve bilgi edinen yazar Erendiz Atasü, gülünç olan ile saygı duyulması gerekenin de mutlak karşıtlıklar olmadığım anlar. Ayrıca yalnızca kendi başına düşünüp değerlendirebilen insanın gereksiz etki ve sınırlamalardan kurtularak olaylar, kişiler ve durumlarla ilgili özgürce karar verebileceğini görür.

"Masumiyetin Son On Yılı" ile "Özgürlüğe doğru..." ana ve alt başlıklarını taşıyan bölüm şöyle biter:

içimdeki bozlağa yeniden kulak verdim; yarı açların yaşadığı bozkıra geri döndüm, yurduma. Annemle babamın kuşağına ve kendi kuşağıma saygı duymasını yeniden öğrendim; gülüp geçmesini de. Şimdi ilk kez özgürüm. (31)

Ana başlığı "Dalga" alt başlığı ise "Açık denize doğru... Anımsayış ve düşlem" olan giriş kısmının üçüncü ve son bölümünde annesinin yaşamını ve onun ait olduğu Kemalist kuşağın duygu ve düşüncelerini sergilemek için yola çıkan yazar, annesinde kendini, Virginia Woolf'u ve kendi kızını bulur. Kitabın giriş kısmını oluşturan bölümlerde şimdiyle geçmiş zaman birbirini etkileyip yazarın belleğindeki sözde nesnel izlenimleri değiştirirken kimlikler de birbirlerinden etkilenerek dönüşüme uğrarlar ve bu bölümün sonunda Atasü aynaya baktığında kendisini değil ölmüş annesini görür.

İlk iki bölümde okuruna doğrudan seslenen yazar burada düşüncelerini, gözlemlerini ve duygularını üçüncü şahıs anlatıcı aracılığıyla da aktarmaya başlar. "Masumiyetin Son On Yılı" adlı kısmın sonuna doğru Atasü'nün okurlarına açıkladığı gibi, bu anlatı "ikili bilinçlerle sürer"(30). Yazar hem kendisidir hem de başkası. Bu bölümü kimlik betimlemeleri ve anlatı yöntemleri açılarından incelediğimizde "kendiyle başka"nın birbirinden ayrılamayacak kadar metinde iç içe olduğunu görürüz. Yöntem açısından anlatı birinci şahıstan, üçüncü şahıs anlatıcıya oradan da (başka karakterlerin konuşmalarının doğrudan aktarılmasıyla) ikinci şahsa geçer ve tekrar kimlik değiştirir. Kimlikten kimliğe geçişler oldukça belirgin fakat akıcıdır. Örneğin kısa süre önce ölen annesine verilecek ödül törenine onun adına katılan yazarın duyguları ve törenle ilgili ayrıntılar "Dalga "da şöyle aktarılır:

Islak, gri bir soluk... Seviyorum bu rüzgarı. Bana Ku-zey'in bozbulanık, ufuksuz, sonsuz denizlerini anımsatıyor. Gamlı ama özgür. ...

Olmuyordu. Yazdıklarına kendini veremiyordu. Aklı törendeydi. Bu yazıya niçin başladığını bile unutmuştu. Neydi anlatmak istediği? ...

- Anneniz, bu kurumun oluşmasında emeği geçmiş belli başlı kişilerdendir....

- Kuruluşumuzun ellinci yıldönümünde, kendisini aramızda görememenin üzüntüsü içindeyiz.

Çağrı geldiğinde annem hastaydı. ...

Otel odasının balkonuna çıktı. Denizin yosun kokan, tuzlu, serin soluğunu duydu.., Ürperdi... Tören bitmişti; sıra defterin okunmasına gelmişti. (35-39)

Bir sayfa sonra 1941 yılında kocasına mektup yazan annenin mektubunu okuyan yazar onun duygu ve düşünceleriyle bütünleşmiş gibidir. Anne mektubunda Virginia Woolf'un mutsuz gençlik yıllarından söz eder: "Virginia Woolf'un acı bir çocukluk yaşadığı söylenir.... Bu unutulması gayr-ı mümkün, pek fena tecrübeyi akraba evlerinde edinen bir kadın, bir daha gülebilir mi?..."(43). Mektuptan yapılan alıntı bu noktada kesilir, şimdiye dönen öykü ise üçüncü şahıs anlatıcının ağzından şöyle devam eder:

Kadın mektubu bitirdiğinde, gözyaşları sicim gibi iniyordu. Kusursuz bir tümlüğe ulaşmıştı.... Tenini kuşatan rüzgarı mutlulukla duyumsadı. Gövdesi yumuşak, uysaldı. Yıllar önce kendini suya atmayı istediğinde, içine kapanık, hırçın, beceriksizce talepkâr bir gövdeydi bu. (43)

Buradaki "kadın" sözcüğü kimlik belirleyici olmaktan çok uzaktır. Bir anlamda içi boştur, kime gönderme yaptığı belli değildir. Kadın, Woolf gibi acı bir çocukluk geçiren ve ömür boyu hüzünlü yaşayan anne midir? Annesinin mektuplarını okurken ağlayan yazar mıdır? Yoksa intihar ederek yaşamına son veren, Dalgalar romanının yazarı Virginia Woolf mudur? Bir başka anlamda "kadın" sözcüğü her üçüne de gönderme yaptığı için doludur; Yazar bu üç kimliği kendi şahsında bütünler ve "tümlüğe ulaştırır." Ayrıca bir sonraki sayfada yaşamını ve duygularını yazarken Woolf'un anılarını yazar gibidir. Yazının bitiminde ise yazar adı kısmında, ona eklenen sunuda ve aynadaki bir imgede anne, kız ve Virginia Woolf kimliklerinin bir kez daha bütünleştiğini görürüz:

Yazıya annesinin adını koydu; altına kendi adını ekledi. Ve bir sunu... "intihar eden veya eşiğine gelip, dönen tüm kadınlara..."

Yazıyı zarfa koyup, üstüne yayımcısının adresini yazdı. Sonra, bavuldan, hep yanında taşıdığı giysiyi çıkardı; özenle giydi. Annesinin mavi atlas tuvaletiydi bu, 'SO'lerin modası... Kumral saçlarını, onun bu giysiyle çektirdiği fotoğraftaki gibi düzenledi. Aynaya baktı: Annem, önünde herkesten gizlediği defteri, elinde kalemiyle, dudaklarında hüzünlü bir gülümseme ve gözlerinde muzip bir ışıkla, bana bakıyordu. (44-45

Atasü'nün defteri annesininkine, kendisi annesine dönüşürken '50'li yılların ruhu, beklentileri ve değerleri de annesinin mavi atlas tuvaleti aracılığıyla yazara geçmiş olur. Ayrıca Atasü daha kitabının başında, 1941'de intihar eden ünlü feminist yazar Virginia Woolf'tan aldığı ilhamla Dağın Öteki Yüzü'nü yazdığını belirtir. "Kemalistler" başlıklı bölüm kitap roman diye ele alındığında onun ana bölümünü oluşturur; belgesel ya da tarihsel yapıt diye okunduğunda ise Kemalist dönemin ruhunu ve dinamiklerini aktarır ancak her iki durumda da bu bölümün yazarın annesinin, kendisinin ve Woolf'un ortak ürünü olduğunu alıntıdan anlarız. Böylece "Kemalistler" bizi sondan başa, yani Dağın Öteki Yüzü'nün yazılış nedeninin, yönteminin ve sürecinin anlatıldığı giriş kısmından onun zarf içinde yayıncıya postalanan ana bölümüne götürür.

"Kemalistler"in alt başlığı "Mazi adaları... Eski fotoğraflar ve mektuplar"dır. Hem birbirine bağlı hem de birbirinden bağımsız dokuz öyküden oluşan bu bölümün her öyküsünde, Mustafa Kemal Atatürk'ün doğrudan ya da dolaylı olarak etkilediği Vicdan'ın ve ailesinin yaşamlarından kesitler verilir. Bu kesitlerin aktarılışı, bir başka deyişle "mazi adalarına" gidişler kimi zaman fotoğraflar kimi zamansa mektuplar yoluyla olur. Ancak öykülerde belgesel nitelikliymiş gibi sunulan fotoğraf ve mektuplardan bazılarının gerçek bazılarının kurmaca olduğunu yazar daha "Sunuş" bölümünde açıklar. Bütün öykülerde kurmacayla gerçek aynı düzlemde verilir ve bir yandan sürekli birbirini tamamlayıp birbirini oluşturur, bir yandan birbirini yadsır, siler. Örneğin "Vicdan ile Nefise"de anne Hadiye'nin 1929'da eğitim için gittiği Oxford Üniversitesi'nde çekilmiş bir fotoğrafından yola çıkılarak Hadiye'nin gerçekleri, onun kişilik özellikleri ve o dönemin havası aktarılmak istenir:

1929 yılının bir ilkbahar günü, Büyük Britanya İmparatorluğu'nun anayurdu İngiltere'de, ... Cambridge kenti yakınlarında bir dere kıyısında, iki Kemalist genç kız duruyor. 1910 Selanik doğumlu Vicdan Hayrettin ve 1909 Konya Karaman doğumlu Nefise Celal. Vicdan pembe-müslin bir esvap giymiş (fotoğrafta açık bej), boynunda annesinin bir dizi incisi. Salkım söğüde yaslanmış, ince ve kırılgan... Saçları masum dalgalarla ensesine dökülüyor. Nefise İskoç eteğinin üstüne bir kazak geçirmiş, spor pabuçları yanı başında. Dere kıyısına sağlamca oturup, çıplak ayaklarını suya daldırmış. 'Ala garson' saçları koyu siyah, ikisi de içtenlikle gülümsemişler. Nefise'nin koltukaltlarında ter izleri, rüzgar kısacık saçlarını karıştırıp onu haşarı bir oğlan çocuğuna çevirmiş. Vicdan ise, saat beş çayı kıyafetiyle serin ve dokunulmamış... İkisi de bulundukları mekânla ve 1929 yılıyla gizemli bir uyumda-lar.(51)

Fotoğraftaki Cambridge kentinin gerçekte Oxford, Vicdan'ın gerçekte Hadiye olduğu kadar Nefise'nin tümüyle düş ürünü, yani kurmaca olduğunu yazarın "Sunuş" bölümündeki açıklamalarından biliriz. Dolayısıyla sözde belge niteliğindeki bu fotoğrafta gerçekle kurmaca içice verilerek bu kavramların birbirini silmesi ya da karşıt oldukları görüşünün sorunsallaştırılması sağlanmış olur. Ayrıca bize Hadiye'yi tanıtan bu fotoğrafla onu izleyen fotoğraf ve mektupların hangilerinin ne ölçüde gerçek, ne ölçüde kurmacayla yoğrulmuş, nesnel gerçekten farklı bir gerçek olduğunu bilmemizin mümkün olmadığını da anlamış oluruz. Aslında öykülerde somut ya da belgesel diyebileceğimiz bir gerçeğin belirlenmesinin ve onun kurmacadan ayrılmasının önemi de yoktur. Tüm kitap boyunca okura gerçek diye aktarılan, kişiye o gün ve o durumda gerçek gibi gelendir. Bu anlık gerçek zaten kişinin belleğinde, o kişi geçmiş ve geleceğe sürekli gönderme yaparken anlam ve nitelik değiştirir. Örneğin "Kemalistler" bölümünün "Doruk" başlıklı ikinci öyküsünde Vicdan ile kardeşleri Teğmen Burhan ve Reha'nın 1935 yılının Temmuz ayında Uludağ'a tırmanışları anlatılır. Burada imge olarak üç gencin dağa tırmanışı ve bu imgenin çağrıştırdığı düşünce ve duygular sergilenir, ilk bakışta imgenin önemi, onun soyut kavramların somut göstergesi olmasından kaynaklanıyor gibidir. Ancak imge öykü içinde açımlandıkça onun bu kavramları yansıttığı kadar onlar tarafından oluşturulduğunu da anlarız. Bir başka deyişle bu kitapta somut olay ve durumlar soyut duygu ve düşünceler üretebildikleri gibi aynı zamanda onların ürünü de olabilmektedirler; yani Atasü'nün Dağın Öteki Yüzü'nde sergilediği yaşam ve tarih anlayışına göre zaman, duygu, düşünce ve öznellikten bağımsız bir gerçek olamaz.

"Doruk" kardeşlerin dağın doruğuna tırmanışları imgesi üzerinde yoğunlaşır. Bu imgenin gerçekleştiği 1935 yılında Reha ve Burhan çocukken girdikleri askeri okulları bitirmiş teğmen olmuşlardır; Vicdan, Gazi Mustafa Kemal'i şahsen görmüş, öğretmen olarak çalışacağı kuruma tayini çıkmış ve sevdiği nişanlısı Raik'le evlenmek üzeredir. Üçü de yaşamlarının doruğunda, kendilerini en güçlü, en inançlı ve en mutlu hissettikleri noktadadırlar. Dolayısıyla dağa tırmanış imgesinin doruğa, zirveye çıkışla, yani güç, enerji, umut ve iyimserlikle bağlantısı bu üç gencin o gün içinde bulundukları ruh haliyle doğrudan ilintilidir. Bir başka deyişle dağa tırmanışı doruğa tırmanış yapan gençlerin düşleri, duygulan ve inançlarıdır. İlerki yıllarda geriye dönüp aynı resme baktıklarında Uludağ'a tırmanışın aslında doruğa tırmanış olmadığını her biri kendi şimdisi, kendi duygu ve yaklaşımına göre farklı tanımlayarak anlar. "Doruk" öyküsünde dağa tırmanış imgesi yöre mitlerine de göndermeler yapılarak şöyle aktarılır:

Bak, o adama inananlar geliyor, Kibele Ana... 1935 yazının sıcak bir Temmuz günü, Olympos dağının eteklerinden doruklara doğru tırmanan Kemalistler» seçebiliyor musun? Genç Türkler geliyor, yurtlarını bilmeye... Hiç gördün mü böylesini Kibele Ana... Göç katarlarında gezerlerdi eskiden, dağınık, meyyus, mükkedder;... Eşkıya biçerdi onları, sıtma kırardı... Şimdi başları dik, yüzleri gülüyor... Tanrı Zeus'un makamına, Olympos dağının doruğuna çıkıyorlar...

Üç kişiler... Ortadaki genç kadın, İrlanda keteninden bir döpiyes giymiş; başında yüzünü gölgeleyen geniş kenarlı beyaz şapka... Ayaklarında atkılı, beyaz rugan pabuçlar... Ona iyi bak, Kibele Ana... O, Vicdan Hayreddin'dir. İki yanında kardeşleri Teğmen Burhan ve Reha Beyler.

Durmadan yenilenen enerjiyle doluydu üç kardeş... Dünyayı yıkıp yeniden kurabilirlerdi. Hiçbir şey onları yıldıramazdı. On iki yaşındaki Cumhuriyet'in genç aydınlarını... Erişilmeyecek hiçbir hedef, ulaşılmayacak hiçbir doruk, keşfedilmeyecek hiçbir bilinmezlik yoktu kardeşler için... (104)

Gör Kibele Ana, işte başardılar... Gençliğin, saflığın doruğundalar... Tırmandılar... Doruğu belirleyen direklere dayandılar... Günün anısına fotoğraf çektiler... 1935 hatırası... Uludağ'a tırmandığımız günü unutma!(115)

"Dorukta"yı izleyen "Şerefli Bir Subay" başlıklı öyküde Dersim ayaklanmasıyla bu ayaklanmanın Reha ve Burhan'ın yaşamını nasıl etkilediği, onları doruktan nasıl uzaklaştırdığı, dolayısıyla doruğun anlamının onların belleklerinde nasıl değiştiğini görürüz. Dersim'deki ayaklanmayı bastırıp dönüşe hazırlandıkları son günlerde Burhan attan düşer, kaburgalarını kırar, ciğerlerinde oluşan iltihap yüzünden malulen emekliye ayrılır. Bu durumda "Erkan-ı Harb subaylığı hayalleri suya düşmüştü" (137). Kardeşlerin öyküsü şöyle devam eder:

Burhan yılmadı. Hukuk Fakültesine yazıldı. Zamanla başarılı bir avukat olup çıktı. 1960 ihtilali gelip çattığında, ... Reha hâlâ vazifeyi sürüklüyordu. ihtilal ordudan battal kadrolarını temizlemeye kalkışmasa, unutulmuş bir askeri üssün ordudonatım bürosunda yıllarca pinekleyecekti.

'60'ta benimseyemeden alıştığı üniforması gövdesinden canını acıtarak çıkartıldı. Derisi yüzülmüş, çıplak eti korumasız bırakılmıştı sanki. O yıllarda sık sık maziyi anmaya başladı... Dersim... Ablasıyla ve Burhan'la Uludağ'a tırmandıkları o çılgın gün... Zümrüt gibi Bursa ovası ayaklar altında... (137)

Reha için doruğa tırmanışın anlamı doruğa varabileceğine ilişkin inanç yitimiyle birlikte değişir. O imge artık yalnızca "çılgın bir gün"ün anısına dönüşür. "Şerefli Bir Subay" öyküsünün sonunda Reha mutsuz ve başarısız yaşamını intihar ederek noktalar.

"Yanlışlık" ve "Selanik'i Unuttun" öyküleri Burhan'ın yaşamı üzerine yoğunlaşır. Vicdan'ın ve yazarın Burhan'la ilgili hatırladıkları olaylar ve ona ilişkin değişen duyguları bu iki öyküde Burhan'ın hatırladıkları ve duyduklarıyla içice, kronolojik sıraya sokulmadan verilir. "Şerefli Bir Subay" öyküsünü izleyen "Yanlışlık"ta Burhan Reha'ya ve ailenin diğer fertlerine karşı çok katı ve dışlayıcı bir tavır takınır. Bunun nedenini ancak

"Selanik'i Unuttun"u okuduğumuzda anlarız. Ordudan ayrıldıktan sonra avukat olarak sürdürdüğü yeni yaşamında Burhan sürekli yanlışlar yapar. Türkiye'de 50'lerde belirgin bir biçimde ortaya çıkan kültürel ve politik yozlaşmayı, çıkarcılığı benimseyerek "Doruk"taki gücünden, inancından, idealizminden çok uzaklaşır. Vicdan bunu şöyle dile getirir:

Burhan çok değişti... 1935 yazında Uludağ'a tırmandığımız o gün hayat ne kadar güzeldi! O günün anısı hep saklı yüreğimde, hep taze. Ruhumun bir yanı her an düşünür doruktaki o an'ı. Burhan ve Reha unuttular. Unuttuklarına inanmıyorum. Anımsamak istemiyorlar, bundan adeta ürküyorlar. Ama tüm inkârlarının altında, Burhan'ın yüreğinde benimkiyle eş yumuşak bir bölge var, biliyorum. O yüzden onu bağışlıyorum; annemize, Reha'nın ölüsüne, Mustafa Kemal'in ve Selanik'in anısına yaptıklarına; aramızda kopan kavgalara, dargınlık ve acıyla dolu yıllara rağmen...(204)

Vicdan, Burhan'la Reha'nın unuttuklarını yahut anımsamaktan korktuklarını düşündüğü "doruktaki an" ın önemini ve o günkü anlamını belleğinde hep tutar. Onun gözünde doruk hep arzulanan ve erişilmeye çalışılması gerekli Kemalist ideal, duygu, düşünce ve yaşam biçimidir. Kardeşleri için ise doruk farklı nedenlerden dolayı erişilebilir olmaktan çıkmıştır. Reha hayalperestliği, pısırıklığı, yüzeyselliği ve korkaklığı nedeniyle yaşamında hep yanlışlar yapmış, doruğun anlamını ve önemini, ablası ve Burhan'ın aksine, bir türlü kavrayamamıştır. Zaten onun yaşamla ilişkisi hep edilgen olmuş, yaşamını kendi iradesi değil başkaları ve tesadüfler şekillendirmiştir. Sonuç olarak Reha'nın gözünde doruğun temsil ettiği mutluluk da, Kemalist idealler de insana ancak bir çılgınlık anında erişilebilecek, gerçek olabilecek gibi görünen hoş bir düşe dönüşür.

Burhan Vicdan'a daha çok benzer. O da ablası gibi hem idealist hem de gerçekçi olabilmektedir. Askeri okuldaki yaşamı ve Dersim'deki davranışları bunun kanıtlarıdır. Ancak Burhan da Reha gibi kişiliğiyle tesadüflerin etkileşimi sonucu Kemalizm'e olan inancından, idealist duygu ve düşüncelerden uzaklaşır. Yaşamla ilişkisi aktif olduğu için ablası gibi yaşamını kendi şekillendirir fakat ablasının tersine onun seçimleri ne bilinçlidir ne de idealleri doğrultusundadır, ideallerini kendisine hatırlatacak durum ve kişilerden uzaklaşarak çıkarlarına katkısı olacak insanlarla olmayı ve onlar gibi davranmayı tercih eder. Tercihlerini çeşitli bahaneler öne sürerek Vicdan'a karşı kuvvetle savunur. Vicdan'ın onunla kavga etmesi, ona darılması bu nedenlerdendir. Yazara göre yaşamındaki tüm değerli anlar, kişi ve olaylar gibi doruğun temsil ettikleri de 70'lere gelindiğinde Burhan'ın belleğinden bir anlamda sökülüp atılmışlardır. Burhan annesine, Reha'nın ölüsüne, Mustafa Kemal'e ve Selanik'e ihanet etmiştir. Yazar, 1935'ten 35 yıl sonra, 1970'li yıllarda, doruk imgesine anlam kazandıran Mustafa Kemal olgusunun ve Kemalist ideolojinin annesiyle dayısının yaşamlarındaki farklı yerlerini şöyle anlatır:

İstanbul'a gidiyorum. '70'li yıllar. Yolculuğun amacı neydi unuttum. Dayım beni karşıladı... Delice bir sevgiyle Atatürk'e bağlıydı Dayım, öyle olduğunu iddia ediyordu. Mustafa Kemal'in salondaki portresi, tüm eşya zamanla değişmişse de yerini korumuştu. Dayıma göre dünyanın en büyük insanıydı. ... Ona tapılmasını yadırgıyordum. Mustafa Kemal annemle babamın, dayımın kuşağı için varoluşlarının temel yapı taşlarından biriydi; bunu kavramakta zorlanıyordum. Gene de Mustafa Kemal sevgisinin annemle babam için yalın bir yaşama biçimiyle, dayım ve ailesi içinse şatafatlı sözlerle belirlendiğinin farkındaydım. Yanlıştı.
... Dayımın yaşamı... baştan sona yanlış...(196-197)

Daha önce de belirtildiği gibi Burhan Uludağ'ın tepesindeyken Kemalist ideale duyduğu inanç ve bağlılıktan çoktan uzaklaşmıştır. Mustafa Kemal'in kişiliğine ve yaptıklarına olan hayranlığını ablası gibi, onun ideallerine uygun bir yaşam biçimi sürdürerek ortaya koyacağına onun resmini salonunun baş köşesine as'arak ve onu şatafatlı sözlerle överek göstermeye çalışır. Davranışlarının ve değerler sisteminin ise Kemalist idealle hiçbir ilgisi kalmamıştır.

"Sunuş" bölümünde anlatıldığına göre yazarın annesinin 1935 yazında Uludağ'da çekilmiş bir fotoğrafı gerçekten de vardır. Bu fotoğrafta "annem gerçekten de İrlanda keteninden şık bir beyaz keten döpiyes ve - inanılmaz ama - topuklu pabuçlar giymektedir! Silik fotoğraf, Uludağ zirvesindeki gençler grubunun dünyaya meydan okuyan coşkusunu, özgüvenini, biraz çocuksu - ve altmış yılın ardından biraz patetik bir duygulanımla - hâlâ ışık gibi saçmaktadır!"(l8) Belge nitelikli bu fotoğrafta anne ve önün genç arkadaşları görülür. Ancak anlatıda önemli bir simgeye dönüşen fotoğrafta annenin yanında gerçekte var olmayan iki kardeş yoktur. Bir başka deyişle fotoğraf aynı anda hem gerçektir hem de düş ürünü, yani kurmacadır. Böylece Dağın Öteki Yüzü'nde sözde nesnel bir durumun kalıcı ve değişmez belgesi niteliğindeki bir fotoğrafın bile kurmacadan, öznellikten ve zamanın getirdiği değişkenlikten bağımsız bir gerçeğin göstergesi olamayacağını anlarız.

Dağın Öteki Yüzü, fotoğraf örneğinde görüldüğü gibi, belgesel ve nesnel denilen tarihe farklı bir yorum getirir. Tarih aynı ya da başka kişilerce, zaman içinde değişen anlamlarla yüklenir, farklı duygu, ideal ve düşünceleri sergiler, dolayısıyla farklı gerçeklere gönderme yapar. Bir başka deyişle tarih, fotoğraf gibi hem belgeseldir, yani nesnel ve somut gerçeğin özelliklerini taşır, hem de insanların kendi belleklerinde kendi duygu ve düşüncelerince şekillendirilen bir başka gerçektir, yani kurmacadır.

"Kemalistler" bölümünün son öyküsü "Dağın Öteki Yüzü"nün kitapta ayrı bir yeri vardır. Anlatı adını bu öyküden alır. Öykü Vicdan'ın annesi Fitnat Hanım'ın bilincinde başlar ve Vicdan'a özgürce yaşama imkânı, eğitim ve idealler veren biyolojik olmasa da gerçek babası saydığı Mustafa Kemal'in bilincinde biter. Fitnat Hanım Cumhuriyet'e, ulusal bağımsızlığa ve onurlu yaşama inanan, cesur ve dürüst bir kadındır. Kocası "Millici" Miralay Hayreddin Bey'le birlikte Balkan Savaşı'ndan sonra Yunan işgaline uğrayan Selanik'i terk ederek çocuklarıyla birlikte Alaşehir'e yerleşir. Orada kocası, Rumelileri sevmeyen Hacı Muhiddin Efendi tarafından Yunanlı palikaryalılara ihbar edilir ve ölür. Önce çocuklarıyla birlikte İstanbul'daki ağabeyinin evine sığınan Fitnat Hanım, onun "düşman zabitleriyle verimli ilişkiler sürdürdüğünü"(67) görünce bir an evvel oradan uzaklaşmak ister. İlk talibiyle evlenir, ikinci kocası da gönlü Kuva-ı Milliye'den yana bir Azeri'dir. Fitnat Hanım Cumhuriyet'in ilk yıllarında bütün sıkıntılara inançla, severek katlanır. Yeni yazıyı öğrenir, son kalan aile yadigarlarını satarak ailesinin yaşamını sürdürmeye çalışır. Ancak yıllar içinde ne genç Cumhuriyet ne de alkolik olan ikinci eş ona bir yaşam güvencesi sağlayabilir.

"Dağın Öteki Yüzü" Fitnat Hanım'ın ağzından şöyle başlar:

Gençliğim sürgünlerle, göçlerle, ölümlerle geçti, yoklukla. Eldeki avuçtaki bitti. Yorgunum. Çocuklarımı okuttum, onca sıkıntıya göğüs gerip de. Hani mükafatım, hani? Hiç bağışlamadılar bir kez daha evlenmemi. Cumhuriyet yaralara merhem olacaktı, hani... Babamın, kocamın Rumelindeki varlığının karşılığı yalnızca Sakızağacı'ndaki bu ev mi?!. Mübadeleden sonra, başkalarına hanlar, apartmanlar bağışlandı da, bana bu köhne ev mi düştü? Burda barınıyorum. Peki, neyle geçineyim? Elim ermez, kolum yetmez. Üvey babanız aldırmaz. Sizler öyle. Gazi Paşamız nerde? O, milletin babası değil mi? Niçin izin verir bu haksızlıklara? (245)

Milletin babası olarak gördüğü Mustafa Kemal'den "fukaralığına ve uğradığı haksızlığa" çare bekler, İngiltere'de yetişmiş, orada bu tür sorunların nasıl çözümlendiğini görmüş olan Vicdan annesine "müesseseler çözer böyle problemleri," der (250). Fitnat Hanım'ın sorusu ise öznel düzeyde çok önemli ve ivedi bir gerçeğe ilişkindir.

- Müesseseler, diye yankıladı Fitnat Hanım, karşı kıyıdan. Peki, nerde onlar?...

Sahi, nerde onlar?

- Kurulacak, dedi Vicdan.

- Nerede onları kuracaklar?

- Biliyorsun, anne, nerdeler. Çanakkale siperlerinde, Gazze çölünde, Kafkas dağlarında, Galiçya'da vuruştular ve öldüler. Bizler yetişip kuracağız müesseseleri.

- Peki, dedi Fitnat Hanım, bu arada ben, ne olacağım?... (250)

"Ben ne olacağım?"ın cevabı gelecekte yatmaktadır. Öykünün son beş sayfası Mustafa Kemal'in bilincinde geçenleri aktarır. Bu sayfalarda Mustafa Kemal Türkiye Cumhuriyeti'nin geçmişini, şimdisini ve geleceğini aynı anda belleğinde görüp değerlendiriyor gibidir. Gelecekte meydana gelecekler imgeler halinde, tarihe mal olmuş durumlar ya da olaylarmışçasına okura aktarılır. Burada Mustafa Kemal'in bilincinden geleceğe ilişkin şu düşünceler ve imgeler geçer:

Ulusu acı çekecekti, bunu biliyordu. O'nu sorgusuz, koşulsuz seven ulusu, teşekkür duygularıyla. Her yere resimlerini asacak, heykellerini dikeceklerdi. Önce güzel, yakışıklı imgeler olacaktı bunlar; yıllar geçtikçe çirkinleşip özensizleşecekti. Hiçbir önemi yoktu bu taş hayallerin. Ama önemli olduklarını sanacak, onları yıkacaklardı. ... Gene de, garip biçimde, ilerde O'nu anlayacaklarını biliyordu. Şimdi yaşayanlardan daha derinlemesine, ilerde, henüz doğmamış çocuklar, Vicdan Hayreddin gibilerin çocukları O'nu anlayacak ve seveceklerdi. O'nun gerçek evlatları bu çocuklar olacaklardı. (257)

Dağın Öteki Yüzü'nün baş kahramanı Vicdan Hayreddin'in (gerçekte Hadiye'nin) çocuğu yazar Erendiz Atasü'dür. Atasü annesinin, babasının ve kendi tarihini öğrenmeye çalışırken Mustafa Kemal'i ve Kemalizm'i bilincinde ve anlatısında yeniden tanımlayıp, onları duygu, düş ve varoluş bağlamında kavrar ve benimser. Bir başka deyişle Atatürk'ün geleceğe ilişkin düşüncesi gerçek olur.

Dağın Öteki Yüzü'nde, kitabın giriş kısmını oluşturan üç bölümün ("Sunuş", "Masumiyetin Son On Yılı", "Dalga") yanı sıra "Kemalistler" ana başlıklı bölümü izleyen ve öyküyü geçmişten alıp şimdiye getiren iki bölüm daha vardır: "Kızıma Günce" ve "Sözlük". "Kızıma Günce" ile "Bir başka kıyıda..." ana ve alt başlıklarını taşıyan son kısmın ilk bölümü bir açıdan anlatının da son bölümüdür. "Kemalistler"de annesinin kuşağını dramatik bir biçimde sergileyen yazar "Dağın Öteki Yüzü" adlı öykünün sonunda Mustafa Kemal'in gerçek evlatları olarak kendi neslini gösterir. Böylece "Kızıma Günce "de yazarın şimdisine döneriz. Yazar annesinin, babasının, anneannesinin, dayılarının ve Nefise'nin bulunduğu Cebeci asri mezarlığındadır. Kullandığı dil zamanla birlikte değişmiş giriş kısmında olduğu gibi çağdaşlaşmıştır. Bu bölümde bir yandan Anadolu mitlerine, kendisinin ve ulusunun tarihine soyut ve somut göndermeler yaparak bunlara ilişkin kurmaca/gerçek belgeleri, mektupları, kişi ve olayları arka arkaya vererek kendi tarihini arar, diğer yandan da kendi tarihinden yavaş yavaş "bir başka kıyıya," kızının yaşamına, onun tarihine bizi yönlendirir. Etinde duyumsadığını söylediği tarihi çözme çabasını Atasü şöyle anlatır:

En alttaki canlı dokuya nasıl inmeli? Hani İyon vazosunu Frik anforasına, çini sürahiye kaynaştıran; hani çıkarlara teslim olmayıp yüzyıl başının istilacılarıyla işbirliğini reddeden, hani devleti canından önde düşündüğü için şimdiki insanlara garip ve gülünç görünen o güce nasıl ulaşmalı? O güç ki, evrenin temel yasası "Ben bankasıdır"ı, henüz bilinç altında unutmamış Doğulu halkların sezgisidir, aslında. Bozkırda duru mavi bir gün. Cebeci asri mezarlığındayım, yanımda geçmişin tanıkları eski mektuplar, etimde gömülü tarihi çözmeye çalışıyorum, yakın ilişkilerin, sevginin ve ayrılıkların etime yazdığı tarihi. (267)

Annesinin ve babasının mektuplarını okuyup kendini tanımaya çalışırken onlarda ülkesinin, ailesinin ve başkalarının yazgılarını bulmuştur.

Çünkü insanların ilişkilerde ve düşüncelerde erimesine değil, ilişkilerin ve düşüncelerin insanlara katılmasına inanıyorum. Ve anlıyorum ki Vicdan, Raik, Burhan, Reha, Cumhur yazgılarının sonuna dek gittiler. Hayır, yazgılarından kaçmadılar, yazgılarını tamamladılar. Yazgı nedir ki, kişinin içine doğduğu tarihselliğin sınırlarından başka... Ben onların çocuğuyum. (278)

Böylece "Sunuş" bölümünde annesinin babasının mektuplarını okuyarak "geçmişin ruhunu" yakalamak ve annesinin yaşam öyküsünde o dönemi yansıtmak isteyen yazar bu bölümde okuduklarını da aradıklarını da kendi içinde, kendi dokusunda bulduğunu söyler. "Elimi zamana daldırıyorum, geçmiş tenime çarpıyor... Kemalistlerin bana can veren mezarlarından yükselen eski zaman gövdemde dolaşmaya başlıyor; hücre peteklerinin protein sarmallarında bilincimin doğuşundan önce ve ondan habersiz birikmiş anılara dokunuyor, onları kıpırdatıyor, 'benim' kılıyor," derken yazgı ve tarih sözcüklerine de çok devingen ve varoluşçu bir yorum getirmiş olur.

Tarih, ölüm, doğum, kimliğin oluşumu, değişkenliği ve onun kendi, aile ve ülke tarihiyle etkileşimi "Kızıma Günce" bölümünün ana konularıdır. Yazar kendi yaşamını annesinin ve ülkesinin yaşamından bağımsız düşünemez dolayısıyla kendi geçmişini ve şimdisini anlatırken kızının tarihi için de günce tutmuş olur. Ayrıca kendisini irdelerken "Annemle babamdan ve başkalarından devraldığım ibrişimleri seçiyorum. Onlar benim içimde. Gene de onlardan farklıyım," diyerek kızına aktardığı ibrişimlere de dikkat çekmiş olur(278). "Kızıma Günce"nin son sayfaları "Değişen hiçbir şey yok mu?" sorusu üzerine yoğunlaşır ve bu kısmın son sayfasında verilen "Değişim benim!... Annemle babamın mezarına uzanmış kendimi tanıyorum, öğreniyorum. Gövdemin... eskiden olduğu gibi boş, yarım ve kuru olmadığını fark ediyorum. Canlıyım ve özgürüm!" açıklamasıyla biter(280). Durağan tarih öznenin belleğinde değişirken bilinci de değişikliğe uğrar ve yazar kendini "bir başka kıyıya geçmiş," değişmiş bulur. Bölümün son cümlesi annesinin nerede olduğunu merak eden kızına yazarın geri seslenişidir: "Buradayım, yavrum; sendeyim." "Sendeyim" sözcüğü anne ile kızın hem bir hem de başka olduklarını dolayısıyla kurmacayla gerçeğin ve tarihle onu aktaran öznenin aynı zamanda bir ve başka olduğunu bir kez daha vurgulamış olur.

"Kızıma Günce"nin tarih açısından geçmişle şimdi ve gelecek arasında kurduğu köprüyü "Sözlük" bölümü dilsel yönden gerçekleştirir. Annesinin kuşağının dilini günümüz okurunca anlaşılır kılmak için yazar "Kemalistler" bölümünde kullandığı eski sözcüklerin günümüzdeki karşılıklarını burada bir sözlük halinde okura sunar. Böylece "Kızıma Günce "de tarih kavramını tartışırken "Zaman asla döngüyü kapatmaz; zaman sarmallarla akar..."(280) diyen Atasü burada bir anlamda estetik açıdan döngüyü kapatmış olur. Ayrıca giriş bölümünün "Sunuş" ve "Okura Mektup" başlıklarını taşıyan kısımlarında olduğu gibi yazar burada da hem öyküden ayrılıp okura dönmüş hem de okuruna yeniden bilimsel metinlere özgü bir bölüm sunmuş olur. Ancak öyküleme açısından ele aldığımızda "Kızıma Günce" ile son bulan anlatı "Sözlük" kısmı ile yine devam ediyor gibidir. Bir başka deyişle "Sözlük" bölümü varlığı ile Dağın Öteki Yüzü anlatısına hem bir estetik bütünsellik sağlar hem de o bütünselliği bozar.

Özetle Dağın Öteki Yüzü dikkatle ve bir bütün olarak incelendiğinde onun modernist anlamdaki tarih, gerçek, kurmaca ve benlik kavramlarını nasıl sorunsallaştırdığını görürüz. Giriş ve sonuç kısımları "Kemalistler" kısmına eklendiğinde geçmişin aktarıldığı bu ana bölüm estetik açıdan salt bir kurmaca metin (roman ya da öykü dizisi) olmaktan çıkar. Bu kısımdaki birçok olay ve kişinin doğrudan yazarın kendi geçmişinden alındığı açıklanmış olur ve öykü bir kurmaca metin olduğu kadar bir otobiyografi, biyografi, bilimsel metin, tarih metni özelliklerini de taşımış olur. Ancak tarihsel açıdan incelendiğinde anlatıdaki gerçek kişiler ve olaylar kurmaca olanlarla birlikte ve aynı düzlemde verildiğinden kurmacanınn nasıl gerçeği sildiğini anlarız. Sonuç olarak Dağın Öteki Yüzü'nde bir yandan yaşamın kurmacalığı ve kurmacanın gerçekliği gerçek/kurmaca ayrımı ortadan kaldırılarak sergilenmiş olur, bir yandan da geçmişin ne ölçüde güncelle, güncelin ise nasıl geçmiş ve gelecekle tanımlandığı, yazarın yaşamından verdiği örneklerle ortaya konmuş olur.

* "Tarihi Yeniden Yazmak: Dağın Öteki Yüzü," Aydınlanmanın Kadınları, yayına hazırlayan Necla Arat (Cumhuriyet Kitapları, 1998).

** Atasü, Erendiz, Dağın Öteki Yüzü (istanbul Kitabevi, 1995).