BAHARAT ÜLKESİNİN HAZİN TARİHİ

BAHARAT ÜLKESİNİN HAZİN TARİHİ

BAHARAT ÜLKESİNİN HAZİN TARİHİ

1. BÖLÜM (S 11-15)

Baharat Ülkesi, gezegenin en yüksek sıradağının eteklerinden başlayıp bir kama gibi, dev bir üçgen gibi ak köpüklü tirse okyanusa uzaniyordu. Dağ ile deryayI birleştiren köprü. Uzaktan seyredenler için buzullarla kaplı yalçın kayalar, fır dönen tipi ve boranın içinde kimi kez güneşin altında ışıldayan buz kaplı keskin geometrileriyle masmavi göğün üstünde ürkünç bir güzellikti. Dağın barındırdığı soğuk ölümle tam bir zıtlık oluşturuyordu, okyanusun irili ufaklı bin bir canlının kaynaştığı hayat dolu suları. Mini canlılardan balinalara kadar. Ya da bir zamanlar öyleydi; hayat sulara küsüp sessizce uzaklaşmadan önce. Ak kumsal boyunca hem sütlü cevizleriyle açları doyuran hem doğal yelpazeleriyle evsizleri ve çıplakları kızgın güneşin köpüren ak ışığından esirgeyen palmiyeler dizim dizimdi.

Okyanus tabaninin çeşit çeşit, renk renk maden alaşımlarının kil, kum ve kayayla tortulanmasıyla şekillenmiş inişleri yokuşlari, Dağ silsileleri, geniş ovaları ve yaylaları, derin uçurumları, akıntılarla dolup taşan mağaraları, yani bütün bu değişken coğrafya, hayat veren ve alan su kütlelerinin renk gelgitlerini tayin ediyordu, rüzgar ve bulutlarla el ele verip de. Gene de kıyı her zaman tirse, açıklarsa sakin günlerde cingil maviden laciverte ağan renk aralıklarını serimlerdi denilebilir.

İşte böyle masmavi, dingin bir günde, masmavi dingin gökyüzünden bir meteor gibi sulara düştü, kanadı kırık çelik kuş.

Meteorlar yay çizerken, o, kırkbeş derecelik açıyla çarptı lacivert kütleye, fark buradaydı. Büyük bir gürültüyle dev bir fıskiye yükseldi çarptığı yüzeyden. Derinde saklanan, artık sayıları pek az kalmış balıklar deli gibi kaçıştılar oradan, uzaklaşabilenler tabi; suyun içinde oluşan basınç alabora etmişti çoğunu. Bir solukta yutuvermişti su çelik kuşu. Ve sonra sessizlik... Hiçbir şey olmamış gibi kıpırtısızdı yüzey. Sahildeki palmiyelerin dalları nazlı nazlı titreşiyordu, usul esintiye uyup da.

Yaklaşan derin maviliği dikkatle izliyordu. Bilincini yitirmiş falan değildi. Uygun düğmeye basabilir, pilot kabinini kendisiyle birlikte aracın çevresinde girdaplaşan havaya fırlatabilirdi; okyanus yüzeyine yumuşacık bir inişle konmasını sağlayacak paraşütünü çalıştırabilirdi. Yapmayacak ya da yapamayacaktı. Su kütlelerinin sıvı camdan duvar olduğunu, onu parçalayacağını bilmemesi mümkün müydü? Derinliğin çekim gücü varlığını emmiş miydi? Karşı koymak istemedi mi? Ne olacaksa olsundu.

Kimse yorumlayamayacaktı olayı. En elverişsiz hava koşullarında bile, hem karada hem suda hem havada yol alabilen bu taşıtlar - yoksa silah mi demeli – teknolojinin son harika icatlarındandi. Kanatlardan biri kırıldıysa, deniz üzerinde seyretmek üzere geliştirilmiş kayak benzeri ayaklarını indirebilirdi aracın. Hepsi sadece birer düğmeye basmakla halledilebilecek basit işlemlerdi. Ürküye kapılmış, düğmeleri mi şaşırmıştı? Olacak şey değil, onun gibi deneyimli bir uçucu – yoksa savaşçı mı demeli - bu garip araçla, gökyüzünden gezegenin en yüksek sıra Dağlarının vadilerine dalabilen, eteklerde buzullar arasına oyulmuş mağaraların ağızlarını keşfedip mağara içlerine, oralarda gizlenmiş dağlı asilere ateş püskürten ve sonra bütün bu zorlu mücadelelerden yara bere almadan çıkabilmiş, aracıyla bütünleşmiş kahraman bir savaşçı nasıl ürküye kapılabilirdi?

Baş aşağı gidiyordu araç. Ölüme alışmıştı; ölümün bedeninin onca yakınından, derisine dokunacakken dokunmadan geçip gitmesine alışmıştı. Mavilik hızla yaklaşıyordu; baş aşağı gidiyordu kadın; yüksekten balıklama atlayan yüzücüydü o. Ağır çeken başı, mavi derinliğin yörüngesine girmişti bir kez. Bir anlık dalgınlık mı, duraksama... Ne olacaksa olsundu. Heyecanın da usanç vermeye başladığı bir eşik mi vardı? İçtikçe susatan bir içki gibi... Tedbirin aşıldığı yada aşındığı bir an mı vardı sırf yavanlaşmış olduğu için? Bilincin merkezkaça tutulup hayatın ana çekiminin ötesine fırladığı bir an... Kırık kanatlı çelik kuş, tüm ağırlığıyla yerçekimine teslim olurken...****Kimse kazayı yorumlayamadı...

ARKA KAPAK

"Yeniden bir birlik kurulabilecek miydi? Bilmiyordu; kurulmasını diliyordu, sonucu göremeyeceğini biliyordu. Yeni bir barış dönemi, her şeyden önce insanlığın hoyratlığıyla hırpalanmış gezegen doğasının, bu şaşkın canlı soyuna yeni bir fırsat tanıyıp tanımayacağına bağlıydı. Barış yeniden kurulsa bile kusursuzluktan çok uzak olacak, çatışma döneminin bütün yara izlerini taşıyacaktı; bugüne dek kurulmuş bütün barışlar gibi.."