Ali Cengizkan

Ali Cengizkan

ERENDİZ Atasü'nün beşinci öykü kitabı Taş Üstüne Gül Oyması, onun 1995 yılında yayımladığı ilk romanı Dağın Öteki Yüzü'ndeki izleklerin, sevinerek söylemeliyim, devamını da muştuluyor bize.

Dağın Öteki Yüzü, Cumhuriyet'in ilk kuşağının yaşadığı emek günlerini, acılı - alın teriyle sulanmış - coşkulu kişisel ve ailesel özveri günlerini ve bunların ulaştığı boyutları büyük bir yetkinlikle aktarıyordu bize. Son yıllarda edebiyatımızda beliren bu damarı doğrusu ben çok önemsiyorum: Çok özgün olduğu için, bir yaşanmışlıkları bir derin kültür potasında pişirdikten sonra tümüyle kendimizin olarak toplumla paylaşmaya çalışıyor bu yolun yolcusu yazarlar. Bu açıdan Leylâ Erbil'in, Sevgi Soysal'ın ve Oğuz Atay'ın açtıkları, Adalet Ağaoğlu'nun, Tomris Uyar'ın döşediği yolu genişletip yeni hedeflere ve konaklara ilerletiyorlar, ikincisi, Cumhuriyet deneyiminin birinci kuşağının daha yakından anlaşılmasına, daha içeriden okunmasına yol açtıkları için : Bir yeni içtenlik sorunu... Bu tür bir içtenliğin ve ilkselliğin açmayacağı kapı yoktur, diye düşünüyorum; çünkü resmi olsun olmasın, edebiyat, etikaya ilişkin bir şeydir her zaman.

Taş Üstüne Gül Oyması, kitaba adını veren bu ilk öykü, şiirsel bir anlatımla başlıyor: Bir yakınını, büyük olasılıkla annesini yitiren öykü kişisi, mermerin o kalıcı ve çağlar ötesinden gelen anlamını aklından-yüreğinden geçirirken açılıyor; şimdiki bir mezarlıkta, şimdiden değerlerini sürekli duyumsadığımız satırlarla ve sürekli yakın bir geçmişe geri dönüşlerle bugünün değerlerini, duygu ve düşünce sistemini seriyor önümüze. Ölüm düşüncesi karşısında günümüz insanının tutumu, yaşantı parçaları yoluyla aktarılıyor bize: Küçük ayrıntılar; zanaatkarın bir usta olarak yaratı süreci; maddenin canlı varlık ve taş malzeme türlerindeki macerası ve bunların düşünce ile koşut ya da karşıt dönüşümleri, çok net biçimde Dağın Öteki Yüzünden süreklilik gösteren tematik başlıklar.

"Son Yörük Çadırı" yine bir önceki öyküdeki izleklere dayanıyor : "Bunca yıldır, uğraşın kendisi anlamlıydı Necati için. Maddeyi değil, çabayı; hedefi değil, yolculuğu önemseyenlerin soyundandı. Yaşamak denen serüvenin tam da bu benimseyişte odaklandığını sezmişti hep." Bu, bir ölçüde Dağın Öteki Yüzünden anımsadığımız öykü yazarının kendi duruşuna ilişkin bir nitelemedir.

Geriye dönüşler, iç konuşmalar, farklı zamanlardaki olay ve konuşmaları üst üste bindirerek bu zaman kaydırmadan yeni ve karşılaştırmalı bilgi edinmeler, bütün öykülerde kullanılan yöntemin temel direği. "Katran Ağacı", "İkinci Ülke" ve "Zaide" öyküleri de, "Eskil Masalı" ayrı bırakıyorum, hep yaşanan, küçük kırıntılarından yazarın başından geçtiği belli olan olay ve kurgulara yaslanan öyküler. Başta değindiğim eğilimin en temel özelliklerinden birisi de bu : Bir öykü konusunun ille de yaşanması şart değildir kuşkusuz, ama Erendiz Atasü'nün bu öykülerinin yaşanmışlıkları onların daha canlı, daha içeriden kavranarak yazılmasına neden olmuş bence. Tümüyle tasarlanarak, kurmaca yazılan öyküler nasıl hayal gücüne sonsuz özgürlük tanıma gibi bir ayrıcalığa sahipseler; tümüyle yaşanan, özgün bir deneyimin ya da öykü yazarı olarak alımlayıcının eliyle özgünleştiril-mis sıradan bir deneyimin aktarılmasından oluşan öyküler de çok özel bir ayrıcalığa sahiptirler : Öykü yazarının içtenlik ve içtenlik konusunda ilerleyebileceği cesaret çizgisi... Çünkü biliyoruz ki, hayatı roman olmak değildir önemli olan; her hayat bir roman olabilir ama ona yaklaşma biçimimizle, anlatım ve aktarım tarzı* ile sanatsal bir boyut katabiliriz hayata. Burada kuşkusuz şu ünlü tartışmanın geçişim alanına girmekteyiz yine : Yaşadığını yazmak mı kurguladığını yazmak mı? Erendiz Atasü bu konuda tutumunu net olarak okura duyuran gerçekçi bir yazarımız işte.

*anlatım ve aktarım tarzını eskinin ifade sözü ile karşılıyorum, başka bir yerde açmak üzere.