GÜL ERÇETİN

Erendiz Atasü, son romanında 68 kuşağıyla yüzleşirken cinsellik temasını da irdeliyor

Kadınlar cinselliği nasıl yaşar?

GÜL ERÇETİN

On beş yılı aşkın süredir Türk yazınına kadın duyarlılığını taşıyan, Cumhuriyetin ilk kuşağını anlatan 'Dağın Öteki Yüzü' adlı ilk romanı ile 1996 Orhan Kemal Roman Ödülü'nü kazanan Erendiz Atasü, Bilgi Yayınevi'nden çıkan ikinci romanı 'Gençliğin O Yakıcı Mevsimi'nde kendi kuşağını anlatıyor bu kez. Yazar, bir yandan 68 kuşağının yirmi beş yıllık tarihine ışık tutarken bir yandan da 'cinsellik acemisi' olarak tanımladığı toplumun bu konudaki kanayan yarasına parmak basıyor. Atasü ile toplumsal ve bireysel gerçekliği bir potada erittiği romanı üzerine konuştuk.

- İkinci romanınızda kendi kuşağınızla yüzleşmek istemenizin sebebi neydi?

ERENDİZ ATASÜ - Çok da dar olmayan arkadaş çevremde yirmi yıldan beri gözlemlediğim bir şey var. Grup dayanışması içerisinde, güçlü, sorumlu, dürüst olan insanlar grup dayanışması çöktükten sonra ayaklarının üstünde belki durdular, ama zamanla bir değer yıkımına uğradılar. Ben o sürece, yazmakla dayandım. Başkaları benim ölçülerime göre çok da dayanamadılar. Kendi kendilerinin karikatürlerine döndüler. "Peki neden?" "Toplum olarak birey olamadık" türünden şeyler geveleniyor. Bugün herkes birey olmak peşinde. Birey olmakla bencil olmak birbirine karıştı. Dünyanın her yerinde insanlara "Tek amaç bireysel amaçtır, tek mutluluk tüketimdir" türünden mesajlar dayatılıyor. Birey olmak, kendi sorumluluğunu bilmektir. Mazisinde ümmet bilinci olan toplumumuzda böyle bir birey tam olarak yetişemedi, insanımızın şu an dünyayı saran kontrolsüz kapitalist ekonomiden fevkalade olumsuz etkilendiğini düşünüyorum. Bir kıyma makinesinin içinden geçmiş gibi değer kıyımına uğradılar. Biraz bunları anlatmak istedim.

- Toplumsal tarih, yazma sürecinizde nasıl bir yer tutuyor?

ATASÜ - Toplumsal değişimler doğrudan doğruya bireysel dünyamızı, iç dünyamızı, en içimizdeki hücreleri bile etkiliyor. Sorunlu bir toplumuz. Büyük dalgalanmalar yaşıyoruz. Şu halimize bakın, felaketler ülkesi olduk. Bunun izlerini taşımamak mümkün değil, işlerin daha yolunda olduğu ülkelerde insanların özel hayatları, özel koşulların doğrultusunda gidiyor. Bizim böyle bir şansımız yok. O nedenle toplumsal hareketlilik önemli bir yer tutuyor romanda.

- Bütün bunların yanında bireyi de göz ardı etmiyorsunuz. Tıpkı cumhuriyetin ilk kuşağı gibi ardıl kuşağın da cinselliği tanımadığına değinerek kadın cinselliğini, erotizmi, aşla irdeliyorsunuz. Sizi romanda bu temalara çeken neydi?

ATASÜ - Kadınlar cinsellik adı altında başlarına gelen şeyleri nasıl yaşarlar, nasıl etkilenirler, nasıl mutlu olurlar?.. Edebiyatımızda bu konulara değinen yapıtlar olsa da bunların çoğu kadın yazarların kaleminden çıkmış şeyler. Hele yüzyılın ikinci yarısındaki erkek yazarların, kadınların aşkını, temelliğini, cinselliğe duydukları ihtiyacı anlattıklarını hiç düşünmüyorum.

Kadınların cinsellik adı altında kırık birtakım deneyimler yaşadıklarını biliyorum. Ama bunların kadınlar tarafından kolay kolay itiraf edilmediğini, erkekler tarafından ise tahmin bile edilmediğini söyleyebilirim. Beni bunlara yazmaya iten, kadınların kırık, kırgın yaşantılarını romanın ulaşabildiği ölçüde insanlığın bilincinde berraklaştırmaktı. Bu konuda kadın yazarlara bir görev düştüğünü düşünüyorum. Çünkü cinsellik sonuçta içsel bir yaşamdır. Bu içsel yaşantıları dile dökmek kolay değildir. Uygun sözcüklere yazarların ulaşması daha kolay diye düşünüyorum.

Kadınların cinselliği nasıl yaşadığı, insanların beyninde bulanık, öte yandan ataerkil baskılar nedeniyle konu kadınların kafasında da yeterince berrak değil. Çünkü konunun kafamızda berraklaşacağı kadar deneyimimiz yok. Başka anlatacak bir aracımız olmadığından, bunlar insan beyninde sözle berraklaşacak. Bilimin duygudan arınmış soğukluğundan, pornografinin abartılı bayağılığından arındırılarak nasıl anlatılır cinsellik diye düşündüm. Bu noktada dilden gelen bir olumsuzluk da var. Dünyanın bütün dilleri gibi Türkçe de cinselliği, kadın bedenini aşağılar. Türkçe benim çok sevdiğim bir varlıktır, ben kendi varlığımı Türkçe'de buldum, ama ataerkil bir toplumun dili olduğu için cinsellik konusunda korkunç kaba, korkunç bayağı bir dildir. Beni motive eden nedenler bunlardı.

- Ayşe-Aysu'yu neden bölünmüş bir kişilik olarak ele aldınız?

ATASÜ - Ataerkil toplum, kadınları baskılarıyla çeşitli biçimlerde bölüyor. Erdemli-erdemsiz diye bölüyor öncelikle. Sonra cinselliği olmayan anne, kadın ve cinsel kadın diye bölüyor. Bunların kadınlarımız üzerinde yarattığı çatlaklar var. Bu çatlakları onarmak, bölünmüşlüklerden anlamlı bir tümlük yaratma çabasındayım. Ayşe-Aysu'nun daha geleneksel olan yanını Ayşe'yle, daha atılgan, daha ilerici yanını da Aysu'yla vermek istedim. Sonunda Ayşe-Aysu birtakım acılar pahasına da olsa bir kimliğe geliyor. Roman da bir yerde bunun üzerine kurulu.

- Roman ve öykülerinizde feminist yazar çizgisinden kadın yazar çizgisine kaydığınız gözleniyor...

ATASÜ - Belki ilk yazdıklarımda feminist mesajlar daha belirgindi. Şimdi feminist mesajların o kadar belirgin olduğunu sanmıyorum. Ama benim feminizmimde bir değişiklik olmadı. Ben hâlâ eskisi kadar feministim. Hatta her geçen gün biraz daha feministim. Çünkü her geçen gün cinsime yönelik bir haksızlığa tanık oluyorum. Eskiden kadının konumu beni çok ilgilendirirdi. Şimdi her şey beni çok ilgilendiriyor. Bundan da mutluyum, san ki bir genişleme oldu yazınımda. Ama her şeye bakarken bilinçli bir kadının, bir feministin gözüyle bakıyorum.

- Romanın sonunda 21. yüzyıla girdikleri gecede Tomris, "Tüm hayallerimiz yıkıldı. Mutlu evlilikler ummuştuk, boşandık. Mutlu aşklar düşlemiştik, terk edildik Mutlu bir devrim amaçlamıştık, darmadağın olduk" derken Ayşe-Aysu "Gene de yaşam güzel" görüşünü savunuyor. Siz umudunuzu koruyor musunuz?

ATASÜ - Yakın vadede hiçbir soruna hiçbir çözüm göremiyorum. Ama umut etmek neredeyse biyolojik bir fonksiyon. Yani yaşama bağlanmakla, yaşam sevgisiyle bağlantılı. Yaşam sevgisi de kendi gövdemizden kaynaklanıyor. Gençler neden daha umutlu, yaşlılar daha bezgin? Aşınmış bir gövde fazla umut besleyemiyor. Bu kadar biyolojik bir şey. Umut da tükenmez, umutsuzluk da.