İçtenlikli bir yazar
Erendiz Atasü
1947 Ankara doğumlu Erendiz Atasü'nün, öykü yazmaya başladığı yirmi yedinci yaşına kadar yazarlıkla ilgili düşünceleri yoktu. Yazma serüveni günce ve mektuptan öyküye akan bir yol izledi. Uzun yıllar yazdıklarını yayımlamadı. 1981 yılından bu yana öykülerini yayımlıyor, ilk kitabı "Kadınlar da Vardır" 1983 tarihini taşıyor. Atasü bu kitabıyla Akademi Kitabevi Öykü Ödülü'nü almıştı. Bu kitabını, 1985'te "Lanetliler", 1988'de "Dullara Yas Yakışır", 1991'de "Onunla Güzeldim" izledi. Sürekli "kadınlık durumu" üzerine araştıran ve düşünen Atasü, bu kez bir romanla geldi karşımıza; "Dağın Öteki Yüzü". Atasü ile kitapları üzerine konuştuk.
Yıldız Ecevit
Yıldız Ecevit: Erendiz Atasü ismi seksenli yıllarda edebiyat çevrelerinde Öykü yazarı olarak duyulmaya başladı. Özellikle kurmaca edebiyat ürünlerinin 'ölü yatırım' olarak görüldüğü yayın dünyamızda "Dullara Yas Yakışır" dört baskı yaptı. Oniki yıla serpiştirilmiş dört öykü kitabından sonra, şimdi bir roman yazan olarak görüyoruz seni. Her ne kadar geçen ay yayımlanan son kitabını 'roman olarak tanımlamayı, ona kitabının basında "öyküyle roman arasında gezinen bir anlatı" diyorsan da, "Dağın Öteki Yüzü" çağdaş düzyazı/anlatı türünün bağımsız bölümlerden oluşan eklemli biçim yapısına sahip bir metin, bir 'roman'. Ancak, biçim kaygısının sürekli duyumsandığı bu metinde birinci planda belirleyici olan, yine de onun 'ideolojik' içeriği. "Dağın Öteki Yüzü" Kemalist ideolojinin romanı, 'tezli' bir roman. Burada anlatılan, Kurtuluş Savaşı, Kemalizm, Dersim, Batı/İngiltere, kapitalizm, Nâzım, Demokrat Parti, NATO, Kore başlıklı noktaların belirlediği siyasal bir topografyanın üzerinde yol alan aydınlanmacı bilincin serüveni. Kitabın ana bölümü "Kemalistler" başlığını taşıyor. Kemalizm metinde bir ailenin kişilerinde bedenleştirilmiş, kuşaktan kuşağa taşınmış. Roman kişileri arasında Mustafa Kemal'in doğrudan y er Dalıyor olması, metnin bir başka özelliği. Nasıl doğdu bu roman?
Erendiz Atasü: Annemin öldüğü gece zihnimde bir imge belirdi: Annemin genç kadınlığındaki ışıltılı kumral saçlarıyla çevrelenmiş aydınlık yüzü bir dağ doruğunun ardından bir güneş gibi yükseliyordu. Bu kitabın yaratı tohumu işte o imgedir. Kitap -benim açımdan- her şeyden önce yumuşak bir dalga gibi yaşamdan yavaşça ve sessizce çekilen aile büyüklerinin ardından bir mersiye. Ölüp giden anneyi, babayı, büyükanneleri, dayıları, amcaları, enişteleri iç dünyamda yeniden yaşatırken, onların benim imgelemimde can bulan bu yeni yaşamlarının arasında, belki Kemalizmden başka kesişme ve ayrılma noktaları bulunabilirdi. Ancak, ülkemizin birinden öbürüne savrulduğu ağır bunalımlar beni yakın tarihimiz üstüne yoğun biçimde düşünmeye itti. O zaman bir şey farkettim: Yüzyıl başında doğmuş, savaş açılarıyla paralanmış çocuklukları çöken imparatorluğun altında ezilmiş, gençlikleri Kemalist coşkuyla kanatlı kuşak için Kemalizimle kurdukları içsel ilişki, 'bu ideolojiye bağlılıkları ya ela ihanetleri ya da yönelttikleri özeleştiri', onların duygu dünyalarının başat öğesidir.
İçerdiği yoğun özeleştiri boyutuna ve iç hesaplaşma atmosferine karşılık, bir 'ülkünün romanı' "Dağın Öteki Yüzü". Genelde karabasanların, umarsızlıkların, giderek yok olmakta olan bireyin romanını yazıyor romancılar artık. Oysa sen bir ülkünün romanını yazmışsın burada.
Yüzyıl sonunda insanca değerler yalnız bizde değil, tüm dünyada hızla aşınıyor. Yakın vade için hiç iyimser değilim. Ama evrenin kuralıdır, her kaostan yeni bir uyum doğar, ideolojiler, insanlar varoldukça yeniden ve yeniden doğacaktır.
"Dağın Öteki Yüzü" Kemalist ideolojinin romanı derken, bunu metin kurgusu bağlamında da söylüyorum. Romandaki Kemalistler, bir bedenin parçaları ya da bir dönüşüm zincirinin halkaları olarak metafor düzleminde birbirlerine sıkı sıkıya bağlanmışlar. Tek bir organik varlık sanki onlar ve romanın gerçek ana kişisi olan bu varlık da Kemalist ideolojinin kendisi. "Bir kuşak bir önceki kuşaktan doğuyor, bir sonraki kuşağa batıyor", diyorsun romanın bir yerinde. Romanın ana kişisi olan 'Kemalist ideoloji', Batı edebiyatındaki klasist/hümanist eğilimli 'gelişim' ya da 'oluşum' romanının kişileri gibi önce 'masumiyet'i yaşıyor ilk kuşağın ödünsüz aydınlarında; sonra maddenin ve dış siyasal güçlerin sarmalında fire veriyor, bunalıma giriyor; en sonunda ise iç sorunlarını çözümleyerek 'özgürleşen't 'insanlaşan' aydında gerçek kimliğine kavuşuyor.
Kitaptaki kişiler, yani Vicdan, annesi, kardeşleri, kocası Raik ve arkadaşı Nefise için Kemalizm, soludukları hava gibi içlerine işlemiş ortak bir varlık. Kitap, Kemalizme zaman zaman bir devrim süreci olarak bakıyor ama yapıtın ana ekseni bireyin duygu dünyasına 'emilmiş' Kemalizm. Sanırım, senin sorunda çok güzel ifade ettiğini, başka sözcüklerle dile getiriyorum. Evet, bir kuşak bunca özümsediği, organizmasına kattığı varlığı, kendinden sonra gelen kuşağa -farklı biçimde de olsa- aktarır. Kemalizmin kuşaklar boyu süren yaşamını da çok güzel ifadelendirdin; 'masumiyet', 'yozlaşan/ihanet' ve 'arınma/bir tür yeniden doğuş'. Belki de Vicdan'in torunu için geçerli olacak bu 'yeniden doğuş'. Belki bir sonraki kuşak kendini daha iyi tanıyacak
Oğuz Atay'ın bir sözü vardır "Tutunamayanlar"da; "Kendini çözemeyen kişi, kendi dışında hiçbir sorunu çözemez", der Atay. İlk bakışta 'toplumsal' olgunun belirleyici gibi göründüğü romanda, bu açıdan bakıldığında 'bireysel' boyutun da diğeri kadar ağırlıklı olduğunu düşünüyorum.
'Kendini bilmek' çok önemli. Oğuz Atay'a katılmamak mümkün değil. Yalnız eklemek istediğim iki nokta var. Kendini çözümlemek de birçok sorunun üstesinden gelmeye yeterli olmuyor. Ve yaşam sürdükçe 'kendin bilme'nin sonu yok! Kenedini her tanıyış, yeni bir içsel bilinmezlikle yüzyüze bırakıyor bireyi. 'Toplumsal' ve 'bireysel'in sıkı bir ilişki içinde birbirine dönüştüğünü düşünüyorum.
Romanın "Sunuş" yazısında, metni büyük ölçüde ailenin yaşam öyküsünden esinlenerek oluşturduğunu söylüyorsun. Biraz da kurmaca-gerçek ilişkisinden ya da dönüşümünden söz eder misin?
Evet, kitap yaşanmışlıktan yola çıktı ve imgesel düzleme vardı; bu düzlemde artık yaşanmışlıkla örtüşen pek az öğe var. Bunlardan biri, gerçek yaşamda annemle kardeşlerinin -kurguda Vicdanla kardeşlerinin- 1930'larda bir yaz günü Uludağ'a tırmanışları! Kitabın kimi bölümlerini esinleyen de, o günü belgeleyen eski fotoğraflardır. Annemi şık kıyafeti, geniş kenarlı beyaz şapkası ve döneme özgü atkılı-topuklu iskarpinleriyle Uludağ'da gösteren bu resimler bana galiba çocukluğumdan beri inanılmazın başarılısını simgeliyordu. (Kendimin çok yeteneksiz, beceriksiz bir doğa yürüyüşçüsü olduğumu eklemeliyim.) Bu tırmanış, kitabın "Dorukta" bölümünde, gerçek yaşamla örtüşen ikinci bir olaya, yani Vicdan'ın Gazi Mustafa Kemal'le yüz yüze konuşmasına koşut anlatılıyor. Yaşanmışlığın kendisi hayli dramatik ve dağ motifi Kemalist coşkuyu ve ülkenin 'yeniden kuruluşu'nu kendiliğinden ifadelendiren bir simgeye dönüşüyor.
"Dağın Öteki Yüzü" bir karşıtlıklar romanı. Bu romanda birey-toplum, ruh-madde, idol-insan, yaşlılık, gençlik, ülkücülük-gerçekçilik, kozmik bilinç-akılcılık karşıtlıkları metnin dokusunun ana yapı taşlan durumunda. Katışıksız ülkücü Vicdan, maddeci Burhan ya gerçekçi Nefise; romanın idol kişisi Mustafa Kemal'in "ölümsüz" kişiliği ve 'ölmekte' olan bedeni; bir yanda 'soyut' iç dünya, öte yanda gazete kesikleri ile desteklenen yansıtmacı/belgesel metinler; birinci anlatı düzlemini çoğu yerde olumsuz kılan parantez içindeki ikinci bir anlatı düzlemi; ya da biyokimya' terimleri aracılığıyla dile getirilen 'duygular'; ya da romanın başlığındaki 'dağ ve 'öteki yüzü' sözcüklerinin yansıttığı karşıtlık... Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
- Galiba çok fazla 'diyalektik' işleyen bir zihnim var. Çocukluğumda bile her şeyin karşıtıyla birlikte varolduğunu gözlemleyebiliyordum; dahası, karşıtlıkları birbirinden doğduğumu ve tam zıt etkilerin garip bir biçimde benzer tepkileri doğurduğunu…
Karşıtlık öğesini, romanında da ana yapı ilkesi durumuna getirmişsin. "Dağın Öteki Yüzü"nün Türk edebiyatında karşıtlıkların belki en yoğun olarak kullanıldığı romanlardan biri olduğunu düşünüyorum.
Karşıtlıkları belirtmeden 'bütünü' ne yaratabilmek, ne aktarabilmek mümkün. Yaşam pek çok karşıtlığın bileşimi. Sanıyorum kitapta kurgulanan da bu: Yaşamın karşıtlıklardan oluşan yapısı. Ancak, Vicdan-Burhan gerilimi biraz daha farklı. Vicdan'ın tutumuna ağırlık kazandırabilmek için özellikle vurgulandı iki kardeşin arasındaki çelişki. Vicdan Kemalizme bağlılığın, Burhan ihanetin simgesi.
"Dağın Öteki Yüzü" toplam onbir bölümden oluşuyor. Bu bölümlerden her biri, romanın konusunu oluşturan ailenin kişilerinden biri ya da birkaçı ile ilgili bir 'olay'ı odak atıyor ve bu olay da 'kişisel' düzlemde gelişir gibi görünürken, özde yakın tarihimizle ilgili bir kilometre taşının ekseninde yer almakta. Yine, romandaki 'karşıtlık' ilkesine uygun olarak 'kişisel' düzlem 'tarihsel/toplumsal' düzlemle kesişiyor. 'Konu' tezli romanların belirleyici öğesidir. Öte yandan, neredeyse her bölümde farklı bir biçim denemesinde bulunuyorsun. Bu biçim denemelerinin doruğunu da, uzmanlık alanın olan doğabilim dalının terimlerini metnin dokusuna işlemiş olman oluşturuyor; bu son derece çarpıcı... Biçim konusunda duyarlısın, edebiyatın -genelde sanatın-yaşamdan alınan dış malzemeyi 'biçimlendirmek' demek olduğunun bilincindesin, Kemalist ideolojiyi 'estetize' etmişsin romanında. Ama yine de, romanın "Sunuş" bölümünde, "Biçim, hiçbir zaman benim için tek başına büyük bir anlam taşımamıştır", diyorsun.
Burada çelişkiye düştüğümü kabul etmeliyim! Belki de, beni kendimi ifade ederken çelişkiye düşüren, yaşamı çeşit çeşit ama boş biçimlerden (herkesin kendince doldurabileceği ya da dolduramayacağı) ibaret sayan post-modernist yaklaşımlara duyduğum antipati! Yaşamı elbette kendi özgünlüğümüzün, bireyselliğimizin süzgecinden geçirerek kendimizce anlamlandırırız. Ama gene de, tüm insanlar için ortak olan birçok öğe vardır yaşamda; başka bir deyişle hepimizce paylaşılan bir "maddesi" var yaşamın! Sanatın da öyle! Ama haklısın, bu maddeye özgün bir biçim vermezse kişi, yazdığı edebiyat olmaz!
Öykü kitaplarında dikkatimi çeken grafiksel bir çizgi var. İlk kitabın "Kadınlar da Vardır" feminist ideolojiyi 'tez' olarak almış, somut yaşamın ön planda olduğu 'yansıtmacı/gerçekçi' öyküler içeriyor, toplum eleştirisi dorukta. "Lanetliler"de aynı eğilim, daha usta bir kurgu ve Sait Faik sıcaklığındaki insan portreleri ile yumuşamış, feminist öğe insandaki evrensellikle bütünleşmiş; ideolojinin plastik düzleme taşınışı daha başarılı. "Dullara Yas Yakışır'da ise, bir önceki gelişmeye ve toplum eleştirisine Nietzsche'vâri bir 'kültür eleştirisi' eklenmiş, doğaya 'kozmik' bir yaklaşım gözlemleniyor, biçim denemeleri daha faza. Son öykü kitabın "Onunla Güzeldim" de ise, artık ilk kitabının somut gerçeği birebir yansıtan yazarı değilsin, öykülerde 'soyutlaşma', dilde 'şiirsel/destansı' bir anlatım söz konusu, ilk kitabının belirgin feminist eğilimi, genelde nostalji içeren bir geçmiş-bugün hesaplanmasıyla, yüce/yürekli/zarif/soylu/insanca olana özlemle birleşmiş; imge-yoğun bir anlatım ve uçta biçim denemeleri içeren öyküler bunlar. Genel bağlamda 'somut'tan 'soyut'a bir çizgi gözlemleniyor öykülerinde.
Çözümlemene katılıyorum. Belki de giderek içimdeki şairi keşfediyorum, bilinçaltımdaki imgeler yumağını çözmeye koyuldum, belki! Kimbilir!.. Yaşantımın dışsal biçimi fazla değişmiyor, ama giderek içsel özgürlüğümün genişlediğini hissediyorum. Ha, bir de, düşlerimi artık renkli görüyorum...
Metnini de 'renklendirmişsin' "Dağın Öteki Yüzu'nde. Çoğu yerde lirik bir ton, 'renkler' ve 'doğa metaforları'yla destekleniyor, ''görselleşiyor', 'izlenimci' bir tablo görünümü kazanıyor. İmge kullanımında dikkatimi çeken bir nokta da, cinselliğin bir tür müzik/şiir dili ve kimi yerde 'doğa metaforları' aracılığıyla kurmaca düzleme taşınması. Anais Nin'de de, Adalet Ağaoğu'nda da, Verena Stef an'da da bu böyle.
Benzer duyarlıklara Virginia Woolf'un ve Marguerita Duras'ın metinlerinde de rastlanır. Örneğin, Woolf'un "Orlando"sunda erotizmin kadın bedeninden doğaya süzüldüğü harika bir bolüm vardır, "Ben doğanın geliniyim" diye başlayan.
Virginia Woolf'un senin yaşamında önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Öykülerinde de, "Dağın Öteki Yüzü"nde de Virginia Woolf ham isim olarak yer alıyor, hem de onun yapıtlarının etkisi sezinleniyor. Romanının bir bölümünün adı "Dalga", Woolf'un "Dalga-lar"ına gönderme gibi. Romandaki 'intihar' izleği de bu bağlamda düşünüldüğünde yine Woolf'la ilişkili gibi geliyor. Virginia Woolf'la akrabalığının boyutları nelerdir?
Virginia Woolf'un hem yaşamı hem yapıtı beni büyülüyor. Onun romanlarının ilk bakışta dağınık gibi görünen kurgusu, aslında geleneksel/gerçekçi romanın katı yapısının izin verdiğinin ötesinde, çok dana geniş bir bütünselliği kucaklar, Woolf, karşıtlıkların yumuşayarak birbirine kavuştuğu bir bütünselliğe tutkundur; galiba ben de biraz öyleyim. Ayrıca Virginia Woolf çok duru, saydam bir insan, kendini olduğu gibi kabul eden ve olduğu gibi göstermekten kaçınmayan... Tümümüze özgü insansal küçüklüklerden olabildiğince arınmış... Bu niteliğe, ne yazık ki büyük sanatçıların tümünde rastlayamıyoruz; ama kimi kez sıradan yaşantıların içinde sessizce ve özveriyle direnen kimi kişilerde buluyoruz bu duruluğu...
Atatürk'te de beni çeken bu; tarihsel kişiliğinin Türkiye Cumhuriyeti için taşıdığı derin anlamın ötesinde, onun insan kimliğindeki bu küçüklükten arınmışlık... Aynı ışıyan ruhsal maddeyi Nâzım Hikmet'te buluyorum. Bu üç insan, Mustafa Kemal, Nâzım Hikmet ve Virginia Woolf, birbirlerinden çok farklı ve yalnız kendilerine özgü tarzlarda 'arınmışlardır' küçük çıkarlardan, küçük korkulardan, küçük kötülüklerden ve küçük sevgilerden...
Yazdığım kitap, kendilerini her zaman 'sıradan' diye nitelemiş insanlara dairdir; ama bu anlatıdan, son derece 'sıradışı' üç büyük insanın aylaları, birer kuyruklu yıldız gibi akıp geçsinler istedim.
Ana işlevi 'yazmak' olan yazar tipinden farklı bir yazar kimliği sergiliyorsun. Çok boyutlu bir yaşam sürüyorsun. Eczacılık dalında uzmansın, bir akademisyen, bir profesörsün; mesleğinle ilgili sorumlulukların var. Öte yandan seni kadın hakları konusunda etkin bir konumda görüyoruz; seminerler, radyo/televizyon programları, makaleler... Laiklik ve Kemalizm alanlarında ise ödünsüz, içtenlikli ve dürüst bir aydın kimliği sergiliyorsun. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nde özveriyle çalışıyorsun; gecekondu bölgelerindeki etkinliklere katılıyor, gazetelere yazılar yazıyor, herkesin 'köşeyi dönmek' için her türlü erdemi ayaklar altına aldığı bir ortamda, sen ülkülerin için tek başına bir ordu gibi savaşım veriyorsun, karşılığında hiçbir çıkar beklemeden... Romanında anlattığın ilk kuşak Cumhuriyet aydınlarının ülkücülüğünü çağrıştırıyor toplumsal kimliğin.
Evet, bu çağrışım da bir kuşağın tıpkı bir dalga gibi, ölen bir başka dalgadan doğduğunu gösteriyor. Yaşadığımız zor günlerde üstüme düşeni yapmaya çalışıyorum. Kadın olduğum için, kadınlar ezilirken, aşağılanırken; Cumhuriyet devrimlerinin ürünü bir insan olarak, Cumhuriyet'in değerleri saldırıya uğrarken duyarsız kalabilmem düşünülemez.
Aydın/yazar sorumluluğuyla ilgili, büyük Alman yazarı Thomas Mann'ın yeni öğrendiğim bir tümcesini yinelemek isterim. Ufukta yaklaşan boranı sanatçı duyarlıkların algılayabildiği, kitleninse henüz farkedemediği, farkedenlerinse yıldığı bir dönemde, yani Nazizmin iktidara gelmesinden önce, Thomas Mann bir karakterinin ağzından şöyle der: "Yazarın görevi ufukta gördüğünü halka göstermek ve hayat-ölüm karşıtlığında hayatın soncul üstünlüğünü vurgulamaktır."
"Dağın Öteki Yüzü"nde aydın sorumluluğunun taşıyıcısı 'kadın' roman kişileri genelde; Kemalizmi bir bayrak yarışına dönüştüren onlar. Öykülerinde de yaşam bilgeliklerini kadınlara söyletiyorsun. Romanının Ben, anlatıcısı da -simge düzleminde- iki kadının çocuğu olduğunu söylüyor, bir kadın ve bir erkeğin değil. Kadınlar toplumsal sorunlara daha mı duyarlı, daha mı bilge onlar?
Biz kadınların sezgileri daha güçlü, kriz anlarında daha yürekliyiz. Kendimizle dürüstçe yüzleşebilmeyi, içtenliği, kimi kez erkeklere göre daha kolay başarabiliyoruz.
Son öykülerinde ve "Dağın Öteki Yüzü"nün özellikle son bölümlerinde dikkatimi çeken bir başka nokta da, metinlerde yer yer su yüzüne çıkan 'kozmik bilinç'. "Evrenle bütünleşen zihin", "maddenin molekül dizelerinin arasına karışıp kurtulan fiziksel varlık", "yeryüzünün asıl sahipleri olan anar, mermer ve su" ve Doğu felsefesinin "Ben O'y um" bilinci... Sınıflar ve cinsler arasındaki eşitlik, laiklik, demokrasi ve özgürlük sanki yalnızca toplumsal uygarlığın gerekleri değil de, aynı zamanda kozmik/evrensel bir Tanrısallığın uzantısı görünümünde.
Biz insanlar, henüz birbirimizle kardeş olduğumuzu bile kavrayamadık. Bilinçsizliğimizle kendi soyumuzu, hatta gezegen anamızı yok etmezsek, yalnız Birbirimizle değil, tüm canlılarla ve bize cansız görünen maddeyle de kardeş olduğumuzu idrak edeceğimiz bir dönem gelecektir.
Evet, tüm kaotik görüngüleri geçersiz kılan daha geniş bir 'uyum'a, evrenin bir bilinci olduğuna inanıyorum."