Dilek Direnç

Dilek Direnç*

Hayatın En Mutlu An'ı:

Erendiz Atasü'den Yaşlanmaya Dair Öyküler

Edebiyatta çocukluktan gençliğe, gençlikten olgunluk çağına geçiş üzerine yazılan büyüme ve olgunlaşma öykülerinin özel bir yeri vardır. Büyüme/olgunlaşma öyküleri olarak anılan bu öyküler özgün bir yazınsal tür oluştururlar. Bu yaygın türün genel şemsiyesi altına giren öyküler, evrensel bir insan deneyimi olan büyümeyi, çocukluk ya da gençlik dönemindeki karakterlere odaklanan kültürel anlatılar olarak işler ve incelerler. Edebî metinlerde en sık rastladığımız karakterler, büyüme sürecindeki kimlik ve anlam arayışlarının çalkantılarını yaşayan ve sancılarını hisseden gençlik döneminin başlangıcındaki karakterlerdir. Öte yandan, yaşlanma ve yaşlılık dönemi öyküleri, bugüne kadar fazla anlatılmamış, gözden kaçmış ya da göz ardı edilmiş öykülerdir. Erendiz Atasü'nün son kitabı, yedi öyküyü bir araya getiren ve adını içindeki öykülerin birinden alan Hayatın En Mutlu An'ı, insanın zamanla kurduğu ilişki, zamanın insan hayatına etkileri, özellikle hayatın yaşlılık evresi üzerine düşünen ve düşündüren öykülerden oluşur. Bu öykülerde yazar, orta yaşlı ve yaşlı --çoğunlukla kadın-- karakterler üzerine odaklanmakta, büyüme ve olgunlaşma süreçlerinin sancılarını atlatmış, bu kez de "dağın öteki yüzünün," yani inişin, çöküşün, çözülüş ve yaşlanmanın, kısacası sona yaklaşmanın sancılı süreçlerini yaşayan karakterleri ele almaktadır.

Kitaptaki öyküler, özellikle kadın karakterlerin yaşlanmayla yüzleşme öyküleridir; bu yüzleşme, kaçınılmaz olarak geride bırakılan hayatı yeniden değerlendirme çabasını gerektirir. Genelde yazınsal ve kültürel metinlerin çok rağbet etmediği yaşlanma deneyimi, hayatın orta yaş ve yaşlılık evresi, bu döneme özgü geçmişle hesaplaşma, geçmişi anlama ve yeniden anlamlandırma çabaları, öyküleri birbirlerine bağlayan ortak izlek ve motiflerdir. Öyküler, yaşlanma süreci ve deneyiminin, kadın karakterlerin yaşamı, geçmişi, kadınlığı, cinselliği anlama ve yaşama süreçlerini nasıl etkilediği üzerine odaklanır. Yaşlanmayla ve bunun doğal sonucu olarak kişinin önündeki zaman dilimi olan geleceğin kısalması ve belirsizleşmesiyle birlikte, geçmiş, gelecekten daha baskın bir yaşam dilimi olarak öne çıkmaktadır. Dolayısıyla bu öykülerde yaşlılık, kadınlık deneyiminin penceresinden, anıların ve geçmişin yeniden değerlendirilmesi, geçmişi ve geçmişteki 'beni' ya da 'benleri' anlama ve anlamlandırma çabası olarak karşımıza çıkar.

Yaşlılık dönemi, geçmiş ve gelecek algılarının ve imgelerinin değiştiği, geçmişin ve geleceğin yeniden tanımlandığı bir dönemdir. Örneğin, yaşlanma üzerine son derece çarpıcı bir öykü olan "Bağışıklık Yetmezliğinde Ayrılık" adlı öyküde, öykünün baş kişileri olan kadın ve erkek karakterler için, geçmiş ve gelecek kavramları, içine girdikleri bu yeni yaşam dönemi, yani yaşlılıkla birlikte yeniden tanımlanmaktadır: "Geçmiş, imgelerin içinde kaybolduğu, en azından belirli biçimlerini yitirdikleri gri bir sis gibi uzaklaşıyordu adamdan"; öte yandan "gelecek, belirsizliği ve o tek ve mutlak kesinliğiyle canavar ağzı bir yar gibi açılır" erkeğin önünde (56).? Kadın için ise, "Gelecek nerdeydi? Yoktu ki… Hayat tüm görkemi ve sefaletiyle arkalarında kalmıştı, vaatleri ve tehditleriyle. Parlaklığı yüzünden hiçbir görüntünün seçilebilmesine imkân vermeyen göz kamaştırıcı bir ışık vardı sadece önlerinde. O kadar… (68). Dolayısıyla yaşlılık dönemi, hayatın geride kalmışlığı ve geleceğin belirsizliği, hatta yokluğu bilgisi ve bilinciyle başa çıkılması gereken bir dönemdir; hayata ilişkin yeni tanımlar ve yeni tutumlara gerek duyulan bir dönemdir. Bu açıdan bakıldığında, Atasü'nün "dağın öteki yüzü" öyküleri, aynen büyümek gibi evrensel bir insan deneyimi olan yaşlanmayı, bu deneyimin kişinin önüne çıkardığı tüm varoluşsal sorular, sorunlar ve acılarla birlikte, kültürel boyutu ve dönemsel değişkenleri de hesaba katarak çok katmanlı ve çok duyarlı bir biçimde inceleyen metinlerdir.

Kitabın en etkileyici öykülerinden olan "Bağışıklık Yetmezliğinde Ayrılık," "insanlar[ın] çabuk yaşlan[dığı]," "hırpalayıcı bir ülkede" geçen bir "geriye bakış" ve "anımsayış" hikâyesidir (58). Anlatı, öykünün başkişisi olan kadın karakteri, "anımsarken ve maziyi çözümlemeye çabalarken" izler (59). "Yaşlılık arifesinde geriye bakınca gördüğü neydi. . ." sorusu, öyküyü var eden ve kadının anımsama sürecini harekete geçiren temel sorudur (61). Yaşlılık dönemine adım atan kadın, otuz sekiz yıl önce yaşanmış bir aşk ilişkisini anımsamakta ve onu derinden etkileyen, gençlik çağının o çalkantılı duygusal ve cinsel ilişkisini yeniden değerlendirirken, kendine, sevgilisine ve geçmişe dair "farklı" sonuçlara ulaşmaktadır (59). Tam da bu "geriye bakış" döneminde erkek, kadının karşısına çıkıverir. "Hayatın sırtlarındaki yükünü devirmiş, sıralarını savmış" iki yaşlı insan olarak yeniden karşılaşmaları, her ikisi için de hayatlarının sonbaharını ısıtan, akşamını aydınlatan bir rastlantı olmuştur (63). Onlara "henüz doğmuş, insan eli değmemiş gezegen[in]" (69) kapılarını açan bu mucizevi rastlantı sayesinde, yitirdikleri cennete yeniden dönmeyi deneyen kadın ve erkeğin hikâyesidir "Bağışıklık Yetmezliğinde Ayrılık."

Hayatı boyunca kadın erkek ilişkilerinde "örselenmiş" olmasını, "bağışıklık sistemi" bozukluğu olarak yorumlamaktadır kadın (60). "Otuz sekiz yıl öncede kalmış" olmasına rağmen "hayal etmekten ve özlemekten" kendini alamadığı erkeğe tekrar rastlaması, bir anlamda "hayatın bağışıklığını güçlendirdiği" düşüncesini sınama fırsatı sunar kadına (60). Yaşlanmanın ödülü olan zihinsel, duygusal ve cinsel olgunlaşma, kadın erkek ilişkisine olumlu yansımakta, yaşamlarının son evresinde onlara bir cennet sunmaktadır: "Hava o kadar latif, renkler o kadar yumuşak, suyun sesi o denli dinlendirici, akşam o kadar yakındı ki… Her şey arzunun hırsından öylesine uzak ve kabullenişle o denli barışıktı ki…" (63). Bu kez, erkeğin farkında olmaksızın kadına geçirdiği bir virüs, gençlikteki ilişkilerinin duygusal ve zihinsel olarak yaptığı tahribatı, bu ikinci ve "geçten geç" buluşmalarında kadının bedeninde yapar (69). Dolayısıyla otuz sekiz yıl arayla yaşadıkları her iki beraberlikleri de --ilkinde mecaz ikincisinde gerçek anlamıyla-- "bağışıklık yetmezliğinde" ayrılığa yazgılıdır. "Ömrünün sonunda, sonbaharın yazı andıran günlerinde" kadının ve sevgilisinin "konuk" oldukları "cennet," onlara, ancak kısa süreli bir mola, bir mutluluk "an'ı" sunmuştur (75). Zaten cennet sahip olmak değil, eninde sonunda yitirilmek üzere var olan bir yer değil midir? Kadın cenneti yitirmiş ama geçmişi ve kendini sorgulama sürecinde "benliğinin yitik parçasına" kavuşmuştur (75). Kendini tamamlamış, bunun da ötesine geçerek olumlamıştır: Nihayet geçmişini, geçmişteki kendini, gençlik aşkı ve tutkusu olan erkeği, bugün sahip olduğu deneyim ve bilinç ışığında çözümlemeyi ve anlamayı başarmıştır. Kendini keşfetme süreci hayatın akşamı inerken de devam etmektedir.

"Hanımefendi ile Kocakarı" adlı ilk öyküde zaman, insanları değiştiren, Hanımefendi'yi Kocakarı'ya dönüştüren süreçtir. Bir zamanlar Vali Bey'in eşi olan "ölçülü, kibar ve uzak" (2) Hanımefendi'nin, yazlık bir sitede, diğerlerinden "biraz ayrı, biraz yukarıda" duran gösterişli evinde tek başına yaşlanarak çevredeki köylülerin gözünde Kocakarı'ya dönüşmesi süreci, komşu yazlıklardan birinin, ebeveynlerini kaybetmiş, kendisi de orta yaşlara varmış kızı tarafından anlatılmaktadır (1). Zamanın aşındırıcı etkileri, tüm insanlar gibi hayatın bir evresinden diğerine ilerleyen Hanımefendi'de de gözlenmektedir: "Dimdik, ince, gri saçlı bir kadın[ken], [y]avaş yavaş o dimdik duruş eğildi, sırt kamburlaştı, saçlar hepten aklandı, giysiler şıklığını yitirdi" (3). Anlatıcı, birbirini izleyen yazlar boyunca tanık olduğu bu dönüşümün hikâyesini yalnızca bir gözlemci olarak aktarmaz; kendinden bir önceki kuşağa ait bir kadının hikâyesini, yapayalnız yaşlanan kadında kendi geleceğini görerek, zaman zaman yaşlı kadınla özdeşleşerek anlatır. İki kuşak arasındaki fark, "benden bekleneni yaptım" çerçevesinde yaşayan, cinsiyetçi kalıplarla sınırlanmış geleneksel kadın ile, bir sonraki kuşağın "bağımsız yaşamaya alışmış" kadını arasındaki farktır (7; 9); kuşaktan kuşağa değişmeyen ise, yaşlanmanın kaçınılmazlığıdır. Hayatta kalmanın bedeli --istisnasız herkes için-- yaşlanmaktır. Yazar olduğunu öğrendiğimiz anlatıcının Hanımefendi'yle ilişkisinde, orta yaşın, yaşlılıkla ve yaşlanma süreciyle yüz yüze gelmesi ve onda kendi yarınlarını görmesiyle irkilişi merkezdeki olgu ve duygudur.

Kadın karakterler üzerine kurulan bir öykü olan "Hanımefendi ile Kocakarı," bir yandan da bu kadınların zaman içinde eşitlenerek birbirlerine benzemeleri süreçlerini ele alır. Zamanın karşı konulmaz ve geriye döndürülemez akışı içinde, tüm insanlar gibi öyküdeki kadınlar da hayatın bir evresinden diğerine akarlarken yaş, kuşak, toplumsal sınıf ve kültürel çevre gibi tüm değişkenlere rağmen, ortak bir insan deneyimi olan büyüme ve değişme sürecinde nihaî olarak yaşlanmaktadırlar. Hanımefendi'nin kızıyla karşılaşmasının, anlatıcıda "zaman tünelinde maziye fırlatılmış" olma hissini yaratması da aynı nedenledir; Hanımefendi'nin "gençliğine çok benzeyen" kızı, anlatıcıya yaşlı kadının gençliğini anımsatarak, gençlik-yaşlılık çelişkisinin altını çizer ve yaşlanmanın kaçınılmazlığı duygusunu pekiştirir (12). Öyküde anlatıcının kendi yaşlanma sürecinin farkına varması, Hanımefendi'nin yaşlanma sürecine tanıklık ederken gerçekleşir. Anlatıcının "eprimiş basma giysi[sinin] koltukaltındaki söküğü" fark etmesi, Hanımefendi'nin artık hayatını bakıcısız sürdüremeyecek son yaşlılık evresine geçişine denk düşer ve onu kendi bedenindeki değişimle yüzleşmeye zorlar: "O âna kadar farkına varamadığım bu küçük delik, sanki yaklaşan bir felâketin ilk habercisiydi. Temizlik yaparken bile, belli bir özen gösterirdim kılığıma, ben; eskiden… Önüme baktım, bacaklarıma; nasıl da zayıflamışlar, adeta erimişlerdi şu son yılda; damarlarım –yılankavi ve mor- ortaya çıkmıştı. Kendimden ürktüm, evime kaçtım" (12). Öykü, aynı zamanda yaşlılık ile yalnızlık arasındaki ilişkiyi de vurgular. Hanımefendi, yalnızlığın "pek fena" olduğunu söyler anlatıcıya (7). "Galiba onda kendi geleceğini görüyordum" demektedir anlatıcı: "Afyon ruhu gibi alıştığım kendi yalnızlığımın geleceğini" (9).

İlerleyen yıllarda Hanımefendi'nin "daralmış, azalmış varoluşunu" sürdürmesini sağlayan bakıcısı Hasene Hanım, uzak bir köyden gelmiş, orta yaşlı, dul bir kadındır (15). Hanımefendi'nin evine "şalvarlı, yemenili" gelen kadın, anlatıcının yazdan yaza şaşkınlıkla izlediği bir değişim geçirir. Başını açan, Hanımefendi'nin giysilerinden "derli toplu kıyafetler" giyen, plaja gitmeye, denize girmeye başlayan, Hanımefendi'nin "yaşam alanı" küçülürken kendisininkini gitgide genişleten Hasene Hanım, anlatıcıya, "kadınlığın kendini yenileme gizilgücünün bir örneği" olarak görünmektedir (15). Hasene Hanım'ın çocukları ve torunlarıyla dolan ev canlanmış, "Hasene Hanımların ora" diye anılır olmuştur (16). Hanımefendi'nin uzun yıllar direndikten sonra gelen ölümünü izleyen yaz, yeniden yazlığına gelen anlatıcı, yıkılmaya yüz tutmuş, üstelik terkedilmiş görünen evle karşılaşınca şaşırır. Köylüler, "Artık kocakarı tek başına oturup duruğ tepedeki evde" haberini verirler anlatıcıya: "Şaşırmıştım. 'Hangi kocakarı?' 'Hangisi olacak, sağ kalanı, Hasene Kadın'" (17). Orta yaşlı bakıcı ve yaşlı kadının birlikteliğinde, bakıcı kadın, giysilerine bürünerek ve yaşam alanını genişleterek önce 'hanımefendiye', ardından da aynen onun gibi zamana direnemeyerek 'kocakarıya' dönüşmüştür. Bu yazın buluşmasında, artık içinde yaşanmayacak kadar harabeye dönmüş evde, "Hanımefendi'nin nefti lastikotin esvabı" yerine "yırtık basma entarisini" sırtına geçirmiş, "iyice çökmüş" bir Hasene Hanım bulur karşısında anlatıcı (18). Bu kez anlatıcıyı "yalnızlık pek fena" diyerek karşılayan Hasene Hanım'dır (18). Yaşlılık yine yalnızlığa yazgılıdır.

Öykü boyunca evler ve entariler, insanın bedensel, zihinsel ve ruhsal çöküşünün metaforları olarak kullanılırlar. Şık "lastikotin" giysilerden "rengi atmış," "koltukaltı sökük" basma entarilere giden süreç, yaşlanmanın ve hayattan --farkında olarak ya da olmayarak-- vazgeçme sürecinin aşamalarıdır (18; 4). Eşinin ölümünden sonra başsağlığına gelenleri orta yaşına rağmen "ince endamına pek yakışmış siyah bir elbise" ve "bir sıra gri inci" ile karşılayan "haşmetli" kadın, "eski mi eski bir esvap ve dirsekleri aşınmış solgun bir yün hırka" ile dolaşan, "iyice zayıflamış, beli hepten bükülmüş" bir yaşlı kadına dönüşür zamanla (2; 10). İçinde yaşadığı evle birlikte, Hanımefendi de zamana direnememiş, uzun ve ağır bir değişim sürecinde fiziksel yıkılışı ve zihinsel çöküşü yaşamış, ışığını yitirmiştir. Hanımefendi'nin yaşlanması ve çöküşü, evinin yıpranması ve yıkılmaya yüz tutması süreciyle eş zamanlı olarak gerçekleşmekte ve anlatıcı tarafından bu koşutluk içinde betimlenmektedir. Zaman, hanımefendiyi önce "basma esvap giyen, beli bükük," ardından "hayalet gibi bir yaşlıya" çevirirken, ev de ışıltısını yitirerek, içinde "çürüme ve küf" kokusunun hüküm sürdüğü, "tepenin üstünde bir gölgeler yığını gibi duran köhne" bir yapıya dönüşmüştür (3; 12; 19-20). Vergileri ödenmemiş, harabeye dönmüş evin yeni sahibi, artık orta yaşını çoktan geride bırakmış ve hızlı bir çöküşle "sağ kalan" 'Kocakarı' olarak Hanımefendi'nin yerini almış Hasene Hanım, "odalardan odalara bir hayalet gibi dolaşan karaltı[dır]" yalnızca (20). Köyün mezarlığında Hanımefendi'nin kabrini bulamayan anlatıcı, irkiltici, fakat öyküdeki tüm kadınlar için olduğu gibi, aslında her canlı için kaçınılmaz sonla yüz yüze gelir: "Hanımefendi bu dünyadan iz bırakmadan silinmişti" (20). Elbette bu beklenmedik bir son değildir; asıl önemli olan, bu olağan sonla, yani yok olmak ve hiç var olmamış gibi olmak durumuyla, bu sürecin tanığı olan anlatıcının (ve elbette ki aynı süreci metinde izleyen tüm okurların) nasıl başa çıkacağıdır.

Yine bir geçmişe bakış ve anımsayış öyküsü olan "Üniformalı Adam" adlı öykü, iki kadın arasında, aşk, cinsellik, arzu, siyasî mücadele, aşkta ve siyasî duruşta yanılgılar üzerine bir diyalog olarak kurulmuştur. Aynı kadının farklı yaşam evrelerindeki benlikleri olan genç kadının anımsayışları ve yaşlı kadının yorumlarıyla, geçmişi, daha doğrusu geçmişte --ve elbette ki gençlikte-- yaşanmış ve bitmiş bir ilişkiyi çözümleme sürecidir öyküyü var eden. Aslında, geçmişe bakış öykülerinin hepsinde olduğu gibi, burada da geçmişi ve kendini anlama çabası egemendir öyküye. Geçmişte kalmış bu ilişkiyi çözebilmek ise, hayatı ve "geçip giden hayat" içinde genç kadının yaşlısına dönüşümünü anlamanın tek yoludur (30). Öykünün baş kişisi olan kadının, 'üniformalı adam'la ilişkisini bitirmesi, bu dönüşüm sürecinde çok önemli bir yere sahiptir. Genç kadının gelecekteki 'olası' kimlikleri içinde, diğerlerine değil de, hayatın ve hayatla görülen hesabın sonunda, "her şeye karşın ayakta kalabilmenin buruk doyumu[na]" ulaşmış 'bu' yaşlı kadına dönüşmesine giden süreç, genç kadının kendisine bağımlı bir kimlik ve belirsiz bir yarın sunan bu ilişkiye son vermesiyle başlar (28). Genç kadın, gelecekteki kendisini, bir seçim yaparak var ettiğinin ve bu seçimle karşısındaki yaşlı kadına dönüştüğünün farkındadır; "sen olmayı seçtim" demektedir yaşlısına; ". . . kaderimi ellerime aldım, ruhumu yaralaya bereleye olsa da sevdiğimden ayırdım" (25). "Yaşlı kadın" ile "tazenin" karşılıklı konuşmaları sürerken önlerinden geçen hayalet kadınlar ise --"uzun ak saçları dolaşık, genç kız edalı ihtiyar bir kadın" ve önlüklü, bulaşık eldivenli, "başı önünde, dalgın ve silik" kadın-- genç kadının, geçmişte hayatını erkeğe bağımlı olarak kurduğu takdirde dönüşmesi olası kadınların hayaletleridir (25; 29).

Hızla değişen ve idealizmini yitiren bir dünyada değişim rüzgârlarının edebiyat dünyasındaki etkilerine eğilen "Fikir Ayrılığı" adlı öykü, farklı yazar kuşakları arasındaki değerler çelişkisi bağlamında ortaya çıkan çatışmaları okurun önüne taşırken, kişilik ve değerlerini çözümlediği yazarlardan Merih karakterinin, yazmak, yaşlanmak ve yalnızlaşmak deneyimleri çerçevesinde kitabın genel izleğine sırtını dönmeyen bir öyküdür. Bu öyküde, yaşadığımız coğrafya nedeniyle aslında kaçınılmaz olarak günlük hayatımızın içinde bir olgu olan 'deprem,' bir yandan toplumsal duyarsızlıklarımızın ve sosyal sorumluluk eksikliğimizin bir göstergesi olarak kullanılırken, diğer yandan da küreselleşen kapitalizmin para odaklı maddeci düzenini edebiyat dünyasında da egemen kılması karşısında, içinde bulunduğu dünyaya yabancılaşan Merih'in yaşadığı ve "çevresiyle arasındaki keskin çelişki[den]" kaynaklanan "ruhsal" sarsıntının mecazıdır (47; 45). Deprem, hem yerin altında hem üstünde, Merih'in hem ruhunda hem de dış dünyada gerçekleşen her türlü sarsıntının mecazı olmanın yanı sıra, âdeta yerkürenin insanların duyarsızlığına şiddetli bir tepkisidir: "Kıvılcımlı ekranlarda dalgalanıp kaybolan borsa rakamlarının estirdiği rüzgâr, belki de yeraltındaki yavaş ve boğuk hareketlerin sadece soluk bir yankısıydı… Edebiyat dünyasındakiler yalnızca ekranlarla ilgiliydiler; ne lav dolu mağaramsı derinlikler, ne yer üstünde gitgide yayılan, ıstırapla kımıldayan, kanayan çaresizlikler… Hiçbiri ilgilerini çekmiyordu" (45).

Kitaba adını veren öykü olan "Hayatın En Mutlu An'ı," Gazioğlu ailesinin hayatını 1972 baharından günümüze, yaklaşık kırk yıllık bir dönem boyunca izlerken, arka zeminde ailenin hayatını belirleyen Türkiye Cumhuriyeti tarihi akmaktadır. Öykü, emekli hakim Rifat Gazioğlu ve kızı Şafak Gazioğlu'nun ilişkilerinde, Cumhuriyet'ten bu yana ülkeleriyle ilgili hayal kırıklığına uğramış iki farklı kuşağın aydınlarının hikâyesini, dönemin siyasî ve toplumsal tarihiyle ilişkilendirerek anlatır. Şafak Gazioğlu'nun gençlik döneminde babasıyla yaşadığı siyasî çelişki ve çatışmalar, sonraki yıllarda her iki tarafın da aslında benzer yerlerde durduklarını fark etmeleriyle aşılır. Yetmişlerin gençlik hareketleri içinde inandıkları sol düşüncelerin mücadelesini veren genç kız ve arkadaşları, Cumhuriyet projesinin tamamlanamadığının farkında, ortaya çıkan "kokuşmuş düzenin değişmesinin gerekliliğini" savunmaktadırlar (81). Emekli hakim Rifat Gazioğlu ise "ülkeyle ilgili gençlik hayallerinin gerçekleştiğine inanmış, yanılmıştı; ve yanılgısının farkına ancak ateş yüreğine, kızı hapse düşünce varabilmişti" (93). Bu uyanış ve hayal kırıklığının ardından, mevcut düzenin yozlaşmışlığı ve sürekli daha olumsuza doğru ilerleyişi, baba-kızı bölen değil bağlayan bir farkındalık olmuş, her ikisi de bu düzene ve içinde yaşadıkları dünyaya yabancılaşarak ve "bunu yürekten istemelerine rağmen" birbirlerini koruyamayarak, yalnızlık ve yabancılık duygularıyla sürdürmüşlerdir hayatlarını (98).

Öyküde, gençliğin coşkusunu yitirmesi, hayallerin yıkılması, çözülme ve çöküş, yalnızca kişilerin deneyimlediği olgular olmanın ötesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu ideolojisinin de yaşadığı bir süreç olarak ortaya konmaktadır. Dolayısıyla bu öyküde zamanın etkileri, yalnızca Şafak Gazioğlu'nun öykünün açılışındaki coşkulu gençliğinin, yabancılaşma duygusunun egemen olduğu bir yaşlılığa evrilmesi olarak gözlenmez. Zaman, yeni başlangıçlar düşleyen, adı gibi ışıklı, aydınlık bir genç olan Şafak'ın başını, "gençliğin güneş ışığı dalgaları" yerine "ak saçlarla" ağırlaştırmış, genç ve diri gövdesini çökerterek sızılı "yaşlı kemiklere" teslim etmiştir (101-2). Fakat zamanla gelen çöküş, yalnızca yaşlanan, üstelik egemen güçlerce hasarlanan bedende gözlenmez. Bozulma anlamında bir değişim her yerdedir: içinde yaşanan evler, şehir, insan ilişkileri, insanlar, … Örneğin, Gazioğlu ailesinin "Bir zamanlar masmavi Boğaziçi'ne, baharda erguvanların pembemsi eflatunuyla çağlayan, yaz mevsiminde som yeşile kesen ve güz günlerinde altunî bir ışık yayan Boğaz tepelerine bakan" evi, şimdi birinci çelik köprünün "çelik-beton karışımı devasa ayaklarından birini" görmektedir ve nihaî olarak "şehrin silinen tarihinin" küçücük bir parçası olarak yıkılacak, yerine "güneş görmeyen" küçük dairelerden oluşan beton bir apartman dikilecektir (91; 97;100). İstanbul'u "ardından yazıklanan hayal şehre" dönüştüren işte bu yıkıcı, yok edici süreçtir (99). Yine aynı süreç, hayatının ikinci yarısında Şafak Gazioğlu'nu yabancılaşma duygusuna teslim etmiştir: "Yürekten sevdiği kimse kalmamıştı çevresinde; ya ölmüşler, ya uzağa gitmişler, ya değişmişlerdi. Bildiği tanıdığı ülkesi sonuncu vefasız sevgili gibi kayıp gidiyordu ellerinden; can mı çekişiyordu, deri ve doku mu değiştiriyordu? Emin olamıyordu. Memleketle arasında beliren buzul çatlağa gömmeye çalışıyordu ıstırabını, yabancılaşmaya" (101).

Mutluluk duygusunu süreklilikle değil 'an'la ilişkilendirirken, mutluluk da dahil olmak üzere, her alanda toplumsal olanla bireysel olan arasındaki organik bağı vurgulayan "Hayatın En Mutlu An'ı," gerek toplumsal gerek bireysel bağlamda yitip giden gençliğe, yıkılan hayallere ve terk edilen idealizme bir ağıt olarak okunabilecek bir öyküdür. Öykünün odağında duran en temel ve varoluşsal önem taşıyan soru, kitabın ilk öyküsü olan "Hanımefendi ile Kocakarı" adlı öykünün bireysel çerçevede ortaya koyduğu, burada ise bireysel ve toplumsal olanı bir arada sorgulayan "yok oluşa" dair o ürkütücü ve muhatabı okur olan sorudur: "Peki ya maddenin gerçekliği ise bu? Yani aşına aşına yok oluşa doğru bu ilerleyiş, kimi kez duraksayarak, kimi kez sıçrayarak, kimi kez dosdoğru baş aşağı yuvarlanarak, kimi kez izleyeni aldatıp ümitlendiren, -müdahale edebileceği yanılsamasını doğuran- dolambaçlı ve uzun yollar izleyerek asırlar süren. . . ama hep o değişmez kararlılıkla yok oluşa ilerleyiş, maddenin soncul eğilimi ise. . ." (99).

"Kabulleniş" adlı öykü, yine bir "yaşlanma" ve "hayattan emekli olma" öyküsüdür (117; 127). İkinci Dünya Savaşı'nın gölgesinin düştüğü İstanbul'da geçen öykü, günümüzden çok farklı bir dönemin ve kuşağın, hayata, zamana, yaşlanmaya, insan ilişkilerine dair duyarlılıklarını bugüne taşıyarak, kendilerini hep ikincil tutan, istek ve arzularını yok sayan, hayattan vazgeçmeye, kendilerine dayatılanları kabullenmeye meyilli, "özünü aldatmaya bir ömür" adamış çekingen insanları anlatır (117). Toplumun karşısında bireyin küçücük ve önemsiz, hayatın ise "vazifeler, mesuliyetler, tesadüfler[den]" ibaret olduğu bir dünyanın insanlarıdır öykünün baş kişileri olan kadın ve erkek; kırık bir aşk hikâyesinin kendi özlem ve ümitlerine sırtlarını dönen suskun kahramanlarıdır onlar (126). Öncelikle gövdesine "dokunmamayı" öğrenmiş, bedensel farkındalığı "sadece fiziksel acı aracılığıyla" yaşayan kadınlar kuşağındandır kadın (111-12). Erkek ise "asker gövdesindeki mücadele gücünün bir damlası[nın] bile herhangi bir keyif için harcanama[yacağına] inanan, "savaş[ın] erkekleri suskun, kapanık, aksi" yaptığı bir dönemin ve kuşağın erkeği (112-13).

Babasından kalan köhne ahşap evde yalnız ve yoksul hayatını sürdürmeye çalışan dul Naime Hanım, "artık yaşlı" sayıldığı kırk sekiz yaşını sürerken, yirmi yıl önce, asker kocası Elaziz'de garnizon komutanıyken tanıdığı ve umutsuzca yüreğini çarptıran genç zabitle, karşı apartmana taşınan emekli yarbay Kenan Bey olarak yeniden karşılaşır. "Bağışıklık Yetmezliğinde Ayrılık" öyküsünü çağrıştıracak şekilde, bu mucizevi rastlantı, artık her ikisi de dul ve yalnız kadın ve erkek için, daha önce hiç tanımadıkları cennetin kapısını aralayan, onlara ikinci bir şans, yirmi yıl önce karşılıklı hissettikleri "saklı ve suçlu bir ümidi" hayata geçirme olanağı sunan bir armağandır (114). Elbette ki toplumun onlara uygun gördüğü ve kendilerinin de içselleştirdikleri görevler, sorumluluklar, beklentiler çemberini aşabilirlerse. Kısa süren bir canlanma, tazelenme ve mutluluk döneminden sonra, torununun hasta olduğunu bildiren ve onu âcilen Elaziz'e çağıran telgraf, Naime Hanım'a "yaşını başını almış, torun tosun sahibi, adetten kesildi kesilecek yaşlı bir kadın" olduğunu hatırlatan toplumsal ve kültürel bir iletidir (111). Telgrafın ardından "kızıyla torununu unuttuğu zamanın kefaretini" ödemek üzere telaşla ve suçluluk duygularıyla İstanbul'dan ayrılırken (124), "özlemin gerçekleşeceği" umudunu hem kendisi hem de onu seven erkek için sonlandırmış, hayatın onlara sunduğu ikinci şansı ve önlerinde kalan zamanı, yalnızlık ve yaşlılığa bağışlamıştır.

Kitabın son öyküsü olan "Seni Sevmiyorum" adlı öykü, kitabın ruhunu en iyi temsil eden öykülerden olan "Bağışıklık Yetmezliğinde Ayrılık" öyküsüne benzer şekilde, gençlikte yaşanmış bir ilişkinin anatomisini ortaya koymaya çalışır. "Seni Sevmiyorum" adlı öykü, genç bir kız ve bir delikanlı arasında yaşanmış ve "hayata açlığı büyük . . . geniş ufuklara yelken aç[mak]" isteyen delikanlı tarafından bitirilmiş bir ilişkinin, her iki tarafı da yaşamları boyunca takip ederek zihinlerini meşgul ve ruhlarını huzursuz etmesinin nedenlerini çözümlemeyi hedefleyen bir öyküdür (131). Delikanlı kendisini açıkça ifade etmediği için genç kız ilişkinin bitirilmesinin nedenlerini tam olarak anlamamış ve o da tepkisini, yani "incindiğini" saklamıştır (129). İlişkinin bitirilmesi aşamasındaki iletişimsizlik, aslında her iki taraf için de yaşananın geçmişte bırakılmasını engellemiş ve sonraki yaşamlarını, zihinlerinde sürüp giden fakat asla sonuçlanmayan bir sorgulama olarak olumsuz etkilemiştir. Geçmişle hesaplaşmak, geçmişi çözümleme çabası ve bu çabanın sonucunda ulaşılan yeni bir bilinçle geçmişi kabullenmek, geçmişin kişiyi bugün olduğu kişi haline getirdiğini görmek, olgunlaşarak, öğrenerek yaşlanma deneyiminin temel özellikleridir. Öykü, geçmişi anlamadan geçmişten kurtulmanın ve özgürleşmenin olanaksızlığını vurgular. "Kilidine ulaşamayan bir anahtar ve anahtarı kayıp bir kilit," yalnızca sevda ilişkisindeki iletişimsizlikten dolayı kalplerin ilelebet kapanan kapılarına değil, aynı zamanda geçmişi çözümleme yetersizliğinden dolayı bugünden geçmişe ve geçmişten bugüne açılan kapıların kişilere tamamen kapanmasına işaret etmektedir (138).

Hayatın En Mutlu An'ı öykülerinde yaşlılık, bireysel, toplumsal, kültürel, ideolojik, ve felsefi bir mesele olarak ortaya konmuştur. Öykülerde görüldüğü gibi, kimlik ve anlam arayışı, yalnızca büyüme ve gençlik hikâyelerinin değil, aynı şekilde yaşlanma ve yaşlılık hikâyelerinin de vazgeçilmez öğesidir; gençlik ve yaşlılık dönemlerinin arayış süreçleri, fiziksel, zihinsel, duygusal, düşünsel ve tinsel değişimler içermeleri açısından benzerdir. Gençlik döneminde yaşamı anlamak ve anlamlı kılmak çabası egemen iken, yaşlılık döneminde geçmişi anlamak ve anlamlandırmak çabası öne çıkar. Gençlik, doğal olarak geleceğe dönük yaşanır; yaşlılık ise geçmişe. Yeni kitabı ile ilgili olarak verdiği bir söyleşide Erendiz Atasü, "Mazi içimizde sürüp gider, hiçbir zaman tümden silinmez. Onun izlerini taşır, onunla birlikte yaşamayı öğreniriz" demektedir (4).? Gençlikte gelecek ve kimlik inşası, yaşlılıkta ise geçmişin çözümlenmesi ve geçmişle hesaplaşma sonucunda geçmişi ve bu geçmişin var ettiği kimliği ve kişiyi anlamak ve kabullenmek, kişileri olgunlaştıran süreçlerdir. Yine aynı söyleşide Atasü'nün belirttiği gibi, "insanın belli yaşam dönemeçlerinde geriye, tüm hayatına bakıp bu hayatı o an'a dek fark etmediği bir ışıkta incelediği zamanlar," yani bir çeşit geçmişe dönük aydınlanma 'anları' vardır (4); Hayatın En Mutlu An'ı öyküleri, çoğunlukla bu geçmişe dönük aydınlanma ve geçmişe dair yeni bir kavrayış, yeni bir bilinç kazanma anlarına odaklanan öykülerdir. Bu kitapta bir araya getirdiği öykülerle yazar, evrensel bir insan deneyimi olan yaşlanmayı, bireysel, toplumsal ve siyasal yaşantı ve deneyimleri birbirine örerek, Cumhuriyet'in kuruluşundan günümüze Türkiye Cumhuriyeti'nin yaşadığı süreç ile ilişkilendirerek, kültürel ve dönemsel değişkenleri vurgulayarak, duyarlı ve güçlü bir dille, derinlikli kişi, ilişki ve dönem çözümlemeleriyle okura taşımaktadır.

__________________________________

Atasü, Erendiz. Hayatın En Mutlu An'ı. İstanbul: Everest Yayınları, 2010.

Akdemir, Gamze. "Erendiz Atasü'yle Hayatın En Mutlu An'ı Üzerine." Cumhuriyet Kitap. 1060: 4-5.

 

*Prof. Dr., Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi