Nalan Barbarosoğlu

Erendiz Atasü:
'Bir Yaşdönümü Rüyası', içten yükselen esinle ortaya çıktı. Malûm, esin dışardan gelmez, içten köklenir.

Nalan Barbarosoğlu

Bir Yaş Dönümü Rüyası'nda bir anlatıcı var ama zaman zaman roman kişileri de anlatıcı rolünü üstleniyor. Bu anlatım biçimi, kurgunun doğal bir taşıyıcısı oluyor ve sanki kurgu ortadan kalkıyor. Bu yöntem kendiliğinden mi doğdu? Yoksa tasarladınız mı?

Evet, kimi kez Feride anlatıcı rolünü üstleniyor, özellikle mazisini kızı Şirin'e naklederken. Kimi kez de, Feride'nin anlattıklarının arasında Sedat'ın sesi duyuluyor. O da kendi mazisinden söz ediyor. Yöntem biraz kendiliğinden doğdu, biraz tasarlandı. Her zaman öyle olmaz mı zaten; bir eser az çok biçimi ve biçemiyle birlikte doğuyor zihinde. Yazara, bu ilk zihinsel taslağı kusurlarından arındırmak düşüyor. Ben sayfalar dolusu diyalogdan hoşlanmıyorum. Feride'nin Şirin'e "Mazi Sayfaları l, 2, 3" vs. başlıkları altında geçmişini anlatması bir tür gizlenmiş diyalogdur, bir anlamda, bunun böyle olduğunu okur romanın ortalarında anlıyor. "Mazi sayfa sayfa ortaya saçılmıştı" gibisinden bir tümce var, Kamuran'ın çekip gitmesinden sonra bunalım içinde kıvranan Feride'nin Şirin'e açılma, onunla dertleşme sahnesinde. Okur ise bu sayfalara Şirin'den önce vakıf olmakta; böylece Feride'nin orta yaşında kapılacağı akla ziyan aşk rüyasına hazırlanmakta. Elbette, dikkatinizi çekti, "Mazi Sayfaları" Feride'nin Freudiyen kuramda yeri olan ve "ana-kadın" diyebileceğimiz kişilik yapısının oluşma süreçleridir. Böyle bir kurgu bana ek bir kolaylık da sağlıyordu. Romanda üst üste binmiş pek çok farklı zaman var. Bu zaman katmanları arasında, Feride'nin romana -kronolojik olarak değil- çağrışımları izleyerek dağılmış bulunan mazi sahnelerini aynı başlığı kullanarak birbirine teğelleme imkânı doğdu. Böylece, sanırım Feride'nin mazisi okurun algısında dağılmaktan kurtuldu. Dileyen "Mazi Sayfalan" adlı bölümleri peş peşe okursa Feride'nin kişilik çözümlemesini berraklıkla görebilir.

Romanınızın içinde dolaşmadan önce Bir Yaş Dönümü Rüyası'nın oluşum sürecini kısaca da olsa anlatır mısınız? Nasıl gelişti, nasıl ortaya çıktı? Nerelerde zorladı, nerelerde size rağmen ilerledi?.. Bizimle paylaşır mısınız?

İçten yükselen bir esinle bu roman ortaya çıktı. Malum, esin dışardan gelmez, içten köklenir. Aşağı yukarı iki yıllık bir sürede yazıldı. Bu zamanın en büyük kısmı fiilen yazma değil, düşünme ve deyim yerindeyse hissetme ve tabii konuyla ilgili okuma süreçleriydi. Kamuran'la Feride'nin ilişkisini oturtmak kolay değildi. Kanımca Feride gibi bir kadın orta yaşında aşk özlemine kapılırsa ancak çocuğu yerine koyabileceği birine tutulur. Kamuran'la Feride'ye gerçek bir aşk yaşatmak istemiştim önceleri. Ama bir türlü olmuyordu. Yarattığım kadına biraz daha incelemeci bir gözle bakmam gerekti; ve anladım ki Feride'nin ihtiyaç duyduğu fiziksel aşk değildi, fiziksel aşkın hayaliydi. O zaman her şey kendiliğinden birbirini bütünleyiverdi.

Romanınızın anlatıcısı Sedat için "Lise çağında kardeşinin ölümünde sorumluluğu bulunmadığını aklı öğrenmişti artık" diyorsunuz. Bu cümleden yola çıkarak "aklın öğrenmesi"yle, bilinç düzeyinde öğrenmeyle yani, "duygu düzeyinde öğrenme" arasındaki farklardan ve bu öğrenme biçimlerinin yaşamımızdaki yerinden, yaşama biçimlerimizi yönlendirmelerinden, bakış açılarımızı etkilemelerinden söz edebilir misiniz? Ebedi yapıt yaratım sürecinde bu iki öğrenme biçiminin rollerinden de elbette.

Bilmek mantıksal bir edim. Duygularsa çoğu kez varlığın daha derin ve daha karanlık bölgelerinden kaynaklanıyor. Bilinçaltından ve içgüdülerden. Sanatın kökleri işte o derin yerlerde. O köklerden bir ağacın büyüyebilmesi, bilinçli bilgiyle sulanmaya bağlı.

Romanınızın anlatıcısı Feride için, "O çocuk doğurmamıştı. Kadınları her koşulda yakınlaştıran ortak gövde serüveni eksik kalmıştı," diyor. Ama Feride'nin Şirin'le ilişkileri, sahici bir anne-kız çocuk ilişkisi. Sık rastlanan mülkiyet duygusundan ve kalıplaşmış üvey anne imgesinden arınmış. Roman boyunca Feride'nin bu duruş biçimi yaşamını da çiziyor, belirliyor... Böyle bir tip yaratmak nereden aklınıza geldi? Ya da neden gereksinim duydunuz? Tavrınızın arkasındaki itkilerden, güdülerden söz eder misiniz?

Kadınlar hakkındaki önyargıları kırmak, bu kalıp yaklaşımların haksızlığını göstermek istemişimdir hep. "İyi" üvey anneler de vardır. Üstelik ilişkilere dökülen emeğin, paylaşımın, kan bağından -biyolojik bağın ağırlığını hiç hafife almadan- önemli olduğunu düşünürüm. Kan bağı kabile ahlakının abarttığı bir durumdur ve son sınırda varacağı yer ise ırk bağnazlığıdır. İnsan topluluklarının iç ilişkilerinde de tarihsel bağların, yaşam biçimlerinin, ortak yurdun ve ortak amaçların daha önemli olduğunu düşünürüm. Genetik olarak ne olduğunuz değil, ne düşündüğünüz ve ne yaptığınız daha anlamlıdır bence.

Romanda Feride, "mekânların da ruhu var," diye düşünüyor. Bunu biraz açar mısınız? Hem yaşamsal, hem de yazınsal gerçeklik açısından.

Anı yüklü mekânlar vardır. Sade bireysel anılarla değil, geçmiş kuşakların ve yıkılmış uygarlıkların anılarıyla dolu yerler. Oralarda duygulanmamak mümkün müdür? Haydarpaşa Garı'nın aşınmış mermer merdivenlerini düşünün. Kara trenle İstanbul'a göç etmiş on binlerce insanın umutlarının ve pişmanlıklarının izleridir onlar. "Mekânların ruhu" derken böyle şeyler kastediyorum.

Sedat'ın tanık olduğu ve unuttuğu, babasıyla emir eri arasında yaşanan "şiddet-şefkat" içiçeliğini anlatan o sahnenin ışığında bu duygu sarmalının kolektif bilincimizi ve ilişkilerimizi belirleyişinden söz eder misiniz?

Biz sadomazoşist bir kültürün çocuklarıyız. Yarı göçebe yarı feodal bir yapı var ülkemizin mazisinde ve hatta bugününde. Ailede ve her yerde kendini belli eden ezme-ezilme hiyerarşisi bu kültürün hem sonucu hem sebebi. Hepimiz zaman zaman tanık olmuşuzdur, ya da kendini irdeleme huyu olanlar kendilerinde de gözlemlemiş olabilirler, şiddetin belli dozu şiddeti uygulayanda merhamet uyandırır. Belki suçluluk duygusunun etkisiyle ancak var olabilen bir merhamettir bu. Kadınları önce ağlatmadan onlara şefkat duyamayan erkekler tanımışızdır. Ya da çocuğunu önce dövüp sonra seven ana-babalar. Sedat'ın babası, belki yorgun ve sinirli bir günündeydi, toplumun sessiz ve sözsüz yasasına uyup kendinden zayıfa boşalttı sinirlerinin kötücül elektriğini. Basitçe böyle. Ama ben o sahnenin ezme-ezilme hiyerarşisinin ötesinde çağrışımlara açık olduğunu düşünüyorum, temeli anılan hiyerarşi olsa da.

Romanın anlatıcısı, Feride'yle Şirin'in Girit gezileri sırasında, "Acı patlıcan renkli, zırh biçimli taç yaprakları güneşte hain hain parıldayan abanoz çiçeklerinin yüzyıl önceki atalan Yadigâr Hanım'ın pamuk ellerini kesip kan içinde bırakarak, bugün yaşadıkları süreci bir ucundan başlatmışlardı, bilemediler," diyor. Tarihsel süreci bilmek, insan yaşamı için niçin önemli sizce? Burada sözünü ettiğim nedensellik değil elbette. Psikolojik olarak bilmek, sizce ne katar yaşamdaki ve romandaki insanın yaşamına?

Andığınız cümlede kastedilen doğrudan tarihsel süreçtense Girit'in kaybı sırasında felakete uğrayan Yadigâr'ın bu "acılardan sürüp getirdiği izleri, bu acıların sonucu olan cinsel soğukluğunu, bilmeden ve istemeden torunu Sedat'a kadar ulaştırmasıdır. Hayatın hiçbir zaman basit bir çözümü yok. Bilmek bilmemekten ya da bilememekten iyidir kuşkusuz. Öğrenmekle bir evre kapanır, o evreye ait sorunlar büyük ölçüde biter; ama yeni bir evre açılmıştır; ve şimdi de bu yeni evrenin yeni sorunları olacaktır.

Yine Girit gezisinde, "Bir zamanlar buranın da bizim yurdumuz olduğunu düşünmek ne garip," diyor Feride. Yurt duygusundan söz eder misiniz biraz? Geçmişte aynı dili konuştuğumuz insanlara, yurt olduğunu bildiğimiz yerlere duyduğumuz yakınlığın altında ne yatıyor sizce? Ya yurtsuzluk nedir? Ait olma ve olmama/olamama?

Evet, yurt duygusu bir ait olma meselesi. Kendinizi ait hissettiğiniz ve aynı zamanda size ait olduğunu düşündüğünüz yer. Bu duygu o yere karşı bir sorumluluk da yüklüyor kişiye elbette. Yitirilmiş yurt ise, yitirilmiş sevgiliye benziyor. O size yönelik görünür bir bağ taşımıyor artık, ne yazık ki siz hâlâ onun izlerini taşıyorsunuz.

Feride "bilmek, tek başına hayatın o mucizevi dokunuşunun yerini tutamıyordu ki," diye düşünür. Hayatın o mucizevi dokunuşlarından söz eder misiniz şimdi de? Hayatımıza ne katar gerçekten? Ve bilgi neden o dokunuşun yerini tutamaz sizce?

Yaşıyor olmanın o bazen yalın, bazen karmaşık, tanımlanması zor güzelliği; kişisel varlığın kendi içinde ve kendisinden daha büyük bir varlıkla yakaladığı coşkulu uyum... Bilgi varlığımızın bir bölümüne seslenir; Feride'nin sözünü ettiğiyse çok daha bütünsel bir durum.

Sanat için de "mucizevi bir dokunuş " diyebilir miyiz?

Kesinlikle diyebiliriz. Sanat -gerek yaratan, gerek özümleyen için- böyle bir uyuma erişebilmenin bir yolu.

Bir Yaş Dönümü Rüyası'ndaki Feride'yle Çalıkuşu'ndaki Feride'nin bireysel ve toplumsal çemberlerini yan yana koyduğumuzda, sizce ortaya çıkan birey ve toplum haritasında ne türden farklar var?

-Çalıkuşu Feride Osmanlı'nın son günlerinde yaşar. Bu kitabın Feride'si ise günümüzde. Aslında yakın toplumsal kesitlerin çocukları ikisi de. Aradan geçen zamanda bu sınıfın kadını, Çalıkuşu Feride'nin çağı için olağanüstü olan kimi göreli özgürlükleri özümsemiş; gene de pek çok kırıklığı var; gene de hayli bastırılmış. Çalıkuşu Feride onca yolculuklara çıkar da iç yolculuklara hiç kalkışmaz. Kendini sorgulamaya yabancı toplumumuzun tipik bir üyesidir. Benim kitabımın çekirdek konusu ise bir kadının iç yolculuğudur. Benim Feride de kendine yabancıdır aslında ama kendini keşfetmek ister. Istırap da duysa yüzleşmelerden kaçmaz. İki Feride'nin çağlan arasında ne değişmiştir? Toplumun -en azından belli kesimleri- bireyi önemsemeyen kaderci ümmet toplumundan, Cumhuriyet aydınlanmasına yüzünü dönmüş ve bu aydınlanmadan geçerek marksiz-min diyalektik düşünme sistemiyle tanışmıştır. Sosyalizm, Feride ve Sedat için yandaşlarının pek çoğunda görülebileceği üzere yeni bir din değildir; bir statü meselesi hiç değildir; hayatı kavrama, sorgulama biçimidir. Bu nedenle yenilgiden sonra, "dönek marksist" olmazlar. "Bir Yaş Dönümü Rüyası"nın Feride'si dürüst ve içtenlikli bir kadındır. Bu kişilik yapısıyla, parça-bütün ilişkilerini, zıtlıkları, nitelik-nicelik dönüşümlerini hesaba katan marksist düşünce tarzı birleşince, Feride er geç rüyadan uyanacak, kendiyle yüzleşecektir.

Dağın Öteki Yüzü'nde gençliğini cumhuriyetin ilk yıllarında yaşayan kadınları anlatıyordunuz. Bir Yaş Dönümü Rüyası'nda ise, gençliğini yetmişli yıllarda yaşayan bir kadının yaşamına tanıklığa çağırıyorsunuz bizi. Bu tutumunuzun arkasındaki kaygıları da paylaşır mısınız bizimle?

Kadınların ne düşündükleri, ne hissettikleri, verili koşullarda nasıl davrandıklarına dair bir yığın kalıp yargı dolaşıyor ortalıkta. Kadınlar gerçekte ne yaşamaktadır? kuşkusuz bireyden bireye, dönemden döneme, toplumsal sınıftan sınıfa bu sorunun yanıtları değişecektir. Ama pek azı kalıp yargılarla çakışacaktır. Biz kadınlar bu konularda konuşmazsak, kim konuşacak?

Kadınlar da Vardır'dan başlayan yazın yaşamınızdan günümüze kadın karakterler ön plana geçiyor yazma serüveninizde, bu tablonun sizin yaşama bakış açınızla da sıkı ilişkileri var gibi görünüyor. Şimdi de yazınızı yönlendiren yaşamdan söz edelim mi? Kaleminizi yönlendiren kırılma noktalarından...

Her geçen gün feminist bilincim pekişiyor; çünkü neredeyse her gün cinsime yapılmış örtülü ya da açık yeni bir haksızlıkla karşılaşıyorum. Bu bilincin, "Kadınlar ne yapsa güzeldir, iyidir, hoştur; her koşulda desteklenmelidirler, asla eleştirilmemelidirler" türü yaklaşımlarla karıştırılmamasını isterim. Feodal kalıntılardan bir türlü arınamadığımız için, bu tür ilkel hemşehrilik duygusu çeşitlemelerinin bizde, tam tersi bir tavır kadar, yani birbirinin gözünü oymak kadar yaygın olduğunun farkındayım. Kadınların melek olduklarına dair hayallerim de yok. Kanımca kimse kimseden melek davranışları beklemeyi hak etmez zaten. Ancak, iyilik çoğu kez sessizdir, göze çarpmaz; kötülükse çığırtkandır, dikkat çeker. Kadınların kusurlarının abartılmasının bir nedeni budur. Feminizm benim için bir düşünme sistemidir; hayatı kavrarken kadınlara, birey ve grup olarak reva görülmüş örtülü, açık haksızlıkların farkında olabilmek, bunlara karşı tavır alabilmek, haksızlıkların sürdürülmesine ortak olmamak. Bir de kadınların kendilerini diğer hemcinslerinin yerine koyabilmelerini isterim. Benim tutumum budur. Feminizm benim için asla bir yükselme basamağı olmadı; böyle bir işleve indirgenemeyecek kadar değerlidir çünkü. Feminizmin yeni bir tür kariyerizme dönüştürüldüğünü saptadığım içindir ki artık feminist gruplardan uzak durmayı yeğliyorum.

Öykülerimde kadın karakterlerin önde olduğu doğrudur, ancak romanlar için aynı görüşte değilim. Zaten, eğer konu bir rahibeler okulunda geçmiyorsa, yalnız kadın karakterlere yoğunlaşan; örneğin bir denizaltıda geçmiyorsa, sadece erkek karakterlerle haşır neşir olan bir roman yazmak da pek olası değildir kanımca. Başkişinin kadın olması sanıldığı kadar kadın yörüngesine sokmaz bir yapıtı. Bu kitapta Sedat ve Kamuran da en az Feride kadar emekle ve irdelemeyle yaratıldılar. Üstelik roman bir manifesto değildir; Kundera'nın dediği gibi "Tüm roman kişileri anlaşılmayı hak ederler," yargılanmayı değil.

Yaşam garip bir alaşım. Yaşanılanın yazılanı etkilediği muhakkak da ne ölçüde etkiliyor; ya da hangi yaşantılar etkili oluyor? Bilmek kolay değil. Birçok kişi Feride'yi ben sanabilir. Benzer toplum kesimlerinde yaşadığımız, hayatlarımızın dışsal biçiminde benzerlikler olduğu için, vs. Hayır, Feride ben değilim; ben onun yaşadıklarını yaşamadım. Ne kocam Ferhat'a veya Sedat'a benzerdi, ne de Kamuran gibi sevgilim oldu. Annemin Feride'nin annesiyle kesişme noktaları pek azdır. Kızım, Şirin'le özdeş değildir. Ama Feride'yle ortak iki deneyimim var. Ergenlikte uğranılan sarkıntılık olayları ve histerektomi.

On beş yıl önce önlenebilir kimi rastlantıların, tedbirsizlik nedeniyle önlenememesi ve üst üste binmesiyle total histerektomi geçirmek durumunda kaldım. Kötü rastlantılar bitmemişti, pek az oluşan -neyse ki pek nadir olan- bir ameliyat komplikasyonu beni bulmuştu! Henüz sadece kırk yaşındaydım. Kendine acımayı huy edinenlerden değilim, bu meselenin hesaplaşmasını kendi içimde bitirdiğimi sanıyordum. On üç yıl böyle sandım.

İki yıl önce -Bir Yaş Dönümü Rüyası'na yeni başlamıştım- "Nükte" piyesini seyrediyordum. Yıldız Kenter büyük bir aktristir, beni her zaman çok etkilemiştir. Bilmiyorum oyunu gördünüz mü, hastalık ve hastane üstünedir. Yıldız Kenter'i izlerken, birden, kapandığını sandığım defter içimde ıstırapla yeniden açıldı! Başımdan geçeni yazmak zorundaydım! Kadınlık organlarının kaybı, Feride'nin güdük kalmış dişiliğini somutlamak için "cuk oturan" bir metafor olmuştu. Ama ikiyüzlülük edip, bu imkânı gördüğüm için histerektomiyi romana dahil ettim demeyeceğim. Yazmak zorundaydım! Olayın bir metafor olarak ve kurguyu inandırıcı kılma açısından taşıdığı değeri sonradan fark ettim. Romana uymasaydı, herhalde, çalışmamı yarıda kesip, uyan bir şey yazacaktım. Bilemiyorum... "Nükte"yi görmeseydim, Bir Yaş Dönümü Rüyası nasıl bir yön izlerdi? Onu da bilemiyorum. Tıbbın gövdeme uyguladığı ameliyattan on beş yıl sonra ruhuma ben bir ameliyat uygulamıştım. Bunun sonucunda kimi yaralarım iyileşti. Zaman zaman karanlık bir gölge gibi ardıma düşen, beni izleyen, sonra yok oluveren ve birden gene beliren hastalık endişesinden kurtulmuştum. Ruhumdaki bir yara iyileşmişti, doğru; ama bu kez de bambaşka bir yara açılmıştı...

İşte size dürüst bir cevap...