Şahin YILDIRIM

ERENDİZ ATASÜ İLE SÖYLEŞİ*

Şahin YILDIRIM

Hoşgörü, yaşamdan kopmamak, geleceğe yönelmek... Kadınlar Da Vardır; aşk, sizi biraz daha güzel yapar, çünkü siz "Onunla Güzeldim" diyecek kadar sevdiniz onu; yaşamın bir armağan değil, bir ceza gibi verildiği Lanetliler; "en büyük yas yalnızlıktır", öyleyse Dullara Yas Yakışır; yazar herkesin gördüğünü değil, yani Dağın Öteki Yüzü'nü görebilen ve bunu sezdirebilen insan; duyarlı bir okurun gözünden Benim Yazarlarım; kendini ortaya koyma içtenliği Kadınlığım, Yazarlığım, Yurdum; Gülnihal'ın "gül yaprağı gibi ala kesen bedeni"nin Taş Üstüne Gül Oyması; aşkın, özverinin, devrim coşkusunun, yurtseverliğin bir akasya kokusuna karışıp gidişi… Uçu; duygular ve değerler arasında gelgitler olarak süren ikilemlerin romanı Gençliğin O Yakıcı Mevsimi; yaşamın "âdeta" bir rüyaya, onulması güç kırılganlıklara büründüğü Bir Yaşdönümü Rüyası ve dikkate alınması gereken bir ses: İmgelerin İzi. Yani Erendiz Atasü…

Siz, "soyutlama"yı insan soyunun en ayırıcı zihinsel özelliği olarak görüyorsunuz, insan bu soyutlamayı niçin yapar? Matematik bilimini de bir sanat olarak görmenizin bunlarla bir ilgisi var mıdır?

Kişinin düşünsel becerileri geliştikçe, soyutlama yeteneği de gelişiyor. Ancak temelde, beynimizin böyle bir işlevi olduğu için soyutlama yapabiliyoruz. Efsaneyi bilirsiniz, mitoloji kahramanı Narcissus suda kendi yansısını görür, anlamaz, ona aşık olur! Gerçekten anlamaz mı acaba? Psikoloji ve psikiyatri pek öyle düşünmüyor... insanoğlu ve insankızı suda gördüğü yansının kendi yüzünün hayali olduğunu keşfettiği an soyutlamayı da gerçekleştirmiştir. Sayı saymaya başladığı an, soyutlamanın merkezindedir. Matematikse somut soyut dönüşümüne dayanan koca bir alandır.

Hayatı sadece kendisine dokunduğu ölçüde algılayabilen kişide soyut düşünme özelliği yok değildir; sadece uykudadır.

Yaşadığımız çağ, biraz da insanın kendisini insanlık dışı gösterme çabasının somut örnekleriyle dolu. İnsanın insana, "insani olmayan" tavrı, insan olarak günlük yaşamda maruz kaldığımız onur kinci davranışlar ve "insan"ın hâlâ kendi türünü yok etme anlamsızlığı… Çılgın kapitalizm, gözü doymaz özelliğini, tescillenmiş vahşiliğini özellikle Amerika aracılığıyla dünyanın bütün coğrafyasında sergilemeye devam ediyor. İşte yanı başımızda bir ulus yavaş yavaş kimliğini yitiriyor; buna direnen öldürülüyor. Siz yaşadığımız çağı bir "teknolojik ortaçağ" tamlamasıyla adlandırırken bunları mı kastettiniz? Başka örneklerle de bu anlamlandırmanızı açar mısınız ?

Ne yazık ki, Homo sapiens'in yükselttiği uygarlıkların ana dayanaklarından en azından biri hemcinsine "insanca" davranmamaktır! "insanca" sözcüğü kimi zaman ulaşabildiğimiz, çoğu kez yakalayamadığımız, özlemini çektiğimiz ya da öyle olduğunu farz etmekten belli bir tat aldığımız yüce davranışlara işaret eder çoğu kez. Var olandan çok, ideal olanı temsil eder. ABD'nin günümüzdeki haksız, sömürgen, kıyıcı siyasaları iletişim yüzyılında saklı kalamıyor ve vicdanları büsbütün incitiyor. Ayrıca emperyalizmin tarihçesi, geçmişteki örnekleriyle çözümlenmiş olarak duruyor karşımızda; dolayısıyla düşünen kafalar her şeyi daha açık seçik görebiliyor, Bush'un ilkel gerekçeleri kimseyi kandıramıyor.

Ama dünya egemenliğini elinde tutan odaklara göre kitlelerin uyutulması gerek! ikinci sanayi devrimini ya da kimilerinin isimlendirmesiyle bilişim ya da ileri teknoloji devrimini" yaşıyor, dünyamız. Var olan üretim biçimleri değişmekte, hayat görünürde değişmekte! Ancak sömürü düzeni değişmemekte! Üstelik kitleler iki yüz yıl boyunca kapitalizme karşı mücadele vererek kazandıkları sosyal haklarım o pek imrendiğimiz Avrupa'da bile hızla yitirmekteler.Bunun gözlerden kaçırılabilmesi için yeni masallar ve yeni öcüler gerek! Orta Çağa dönüş! Dinin yeniden toplumsal önem kazanması, cin peri hikayeleri, dünyanın her tarafında revaçta! Kitle iletişim araçlarının kimileri, olguları deyim yerindeyse "mistifiye edip insanları karanlıkta bırakma" misyonlarını başarıyla yerine getirmekteler!

Çokça duyduğumuz bir sözdür: "Neyi anlattığınız değil, nasıl anlattığınız önemlidir." Oysa bazen öyle şeyler olur ki dünyada, işte tam da o esnada neyi anlattığınız da önemli oluyor kanımca. Irak'ta bir işgal var ve insanlar yurtlarından ediliyor; böyle bir durumda sizce bunu anlatmak daha bir önem kazanmıyor mu?

Neyi anlattığınız da, nasıl anlattığınız da önemlidir. Çok doğru seçilmiş bir konuyu "estetik" anlatamazsanız, konuya da, sanata da zarar verirsiniz.

Teknolojik gelişmeler çok hızlı ilerliyor. Bunun, sanatın sınırlarını zorladığını da düşünüyorsunuz. Teknolojik gelişmeleri durdurmak anlamsız ve olanaksız. Sanatın, özellikle edebiyatın, teknoloji ilerlerken bundan da güç alarak ilerlemesi bir zorunluluk gibi duruyor karşımızda. Bu nasıl olacak ya da nasıl olmalı?

Bunun yanıtını ben bilemem. İleri teknoloji devrimine yakalandığımda (!), orta yaşımı çoktan idrak etmiştim. Bu yanıt, mayaları günümüz teknolojisiyle halli hamur olmuş daha genç kuşaklardan gelecektir. Ancak edebiyatın temelinin değişmeyeceği kanısındayım. Büyük edebiyatı her zaman hayatın trajik özünü hissedebilen ve dile getirebilen insanlar yaratacaktır.

Sevgili Erendiz Atasü, sizin Cumhuriyet'e gönülden bağlı, Kemalist devrimi benimseyen, bilinçli ve sorumlu bir Türk aydını ve yurttaşı olduğunuzu biliyorum. En azından yazdıklarınızdan bunu anlıyorum. Siz, Adalet Ağaoğlu'nun "Ölmeye Yatmak" yapıtında satır aralarına sinmiş bir sitem olduğunu belirtiyorsunuz: "Cumhuriyetsin kadın özgürlüğü bir yanılsamadan ibarettir." Siz de aynı görüşte misiniz? Buradaki sitem gerçekte kime yöneliktir? Aynı yazıda, Ağaoğlu'nun Aysel adlı kişisi için, "toplumsal varlığını devrimci Cumhuriyetin halkçı eğitim politikalarına borçlu bir halk kızıdır" diyorsunuz. Bu bir çelişki oluşturmuyor mu? Kemalist devrimin kadınlara yönelik kazanımlan olmamış mıdır? Ya da, Kemalist devrimin kazançlarının kapsayıcı ve sürekli olamadığını mı söylüyorsunuz; böyleyse bunun nedeni nedir?

Ayni görüşte değilim. Kemalist devrimin kadınlar adına kazanımları, bütün karşıt çabalara karşın, sağlamdır, süreklidir; toplumun her kesimince aynı ölçüde özümsenememiş olsa bile, "kapsayıcı" değildir, denemez. Zira, Cumhuriyet, devrimci onyıllarında, seçkinlerin kızlarının değil, tüm nüfusun kadın olan yarısının koşullarını iyileştirmeyi benimsemiştir. Biz, günümüz Türk kadın yazarları, ve bizim toplumsal kökenlerimiz Cumhuriyet'in kadın devriminin en güzel kanıtıyız. Kaçımız zengin burjuva ailelerinden geliyoruz acaba?

Benim de bir sitemim vardır; o sitem, daha geniş bir kesime, ataerkil düzenedir; ve ataerkilliğin varlığını görmek istemeyen aydın kadınlara ve erkekleredir.

İnci Aral'ın Su/Na'sı için yapmış olduğunuz değerlendirmede, "Bir şey kesindir: Cumhuriyet'in aydın kadınları, 20.yüzyıl sona ererken, bedelini öderken parçalamalar da, tutkulu cinsel aşkı tanımayan bir hayatla yetinememektedirler." diyorsunuz. Sizin son romanınız Bir Yaşdönümü Rüyası da bir Cumhuriyet romanı değil mi ki, burada sözünü ettiğiniz "tutkulu cinsel aşk"a rastlayamıyoruz. Cinsellik, sizin romanınızda farklı bir boyutla karşımıza çıkıyor. Kâmuran bir eşcinsel, Şirin'in lezbiyenlik deneyimi olmuş. Feride lezbiyen; netleşmemiş, sınırlan belli edilmemiş bir lezbiyenlik. Niçin? Doğal bir cinsellik, tutkulu bir cinsel aşk varken...

Bir ülkenin rejimiyle, bireylerin cinsel davranışları arasında bir ilişki olabilirse de, bu dolaylıdır. Doğrudan bir bağ kurulamayacak kadar karmaşıktır insanın cinsel kimliğinin yapılanması; büyük ölçüde, kişiliğin oluşma sürecindeki hayatın tesadüflerine dayanır. Benim cümlem de böyle doğrudan bir bağ kurmuyor zaten. Daha ziyade, kadınların göreli özgürleştiği bir tarihsel dönemdeki kentli kadınların tutumuna değiniyor.

Her roman illa da tutkulu cinsel aşkı inceleyecek diye bir kural yok, bilindiği üzere... Bu romanın ana sorunsallarından biri bastırılmış cinsel kimliklerdir. Hele cinsel konular söz konusu ise hepten tutucu kesilen ülkemizde insanların kendilerini tamyabilme fırsatını pek bulamadıklarını düşünüyorum; ve bu içsel yabancılığın pek çok ilişkisel çatışmanın "alt" nedenini oluşturduğunu... Hayatın bende bıraktığı izlenim budur.

Bertrand Russel'dan bir cümle: "Aşk, iki insanın birbirine şefkatle, tensel tutkuyla, düş gücüyle yönelmesidir." Siz bu tanımı çok beğenir ve seversiniz; sizin romanlarınızdaki aşklar bu tanımın neresindedir?

Doğrudan aşkı konu alan bir roman yazmadım. Roman hayatın genişliğini, çok katmanlılığmı yansıtmalıdır diye düşünürüm; aşk da bu katmanlardan biri; önemli biri. Aşkı ve cinselliği kadınların deneyimlediği gibi yansıtabilmektir, benim için anlamlı olan. Zira bu konularda biz kadınlar mahcup ve tutuk davranırız çoğu kez. Üstelik, nerede ne zaman ne hissetmemiz gerektiğini bile bize neredeyse dikte ettiren kültürlerin içinde yaşamaktayız. (Bunu dünya kadınlığı açısından söylüyorum, sadece ülkemin kadınları açısından değil.)

Gençliğin O Yakıcı Mevsimindeki sorunsal aşk mazisi hasret ve hayalden ibaret bir toplumun gençlerinin o maziden nasıl etkilendiklerini irdelemekti; ama kitap aynı zamanda bir dönem romanıydı tabi.

Aşkın yazınsal anlamda yeterince ifade edilemediğini, ifadesini gerektiğince bulamadığını düşünüyorum. Bugün yazılan hiçbir aşk romanı birden aklımıza * gelivermiyor. Oysa bir Leylâ ile Mecnun'u, Kerem ile Aslı'yı, Arzu ile Kamber'i, Ferhat ile Şirin'i bilmeyen yoktur neredeyse. Niçin bu böyle? Toplum olarak aşka bağnaz mı bakıyoruz, aşklarımızda bir ertelenmişlik mi var, ne dersiniz? "Şimdiki zamanda aşk"a bakışımızın da sorgulanması açısından neler söylemek istersiniz?

Bu saydıklarınızın hiçbiri aşk ilişkisinin hikayesi değildir. Hepsi ayrılık, kavuşamama, hayal ve hasret öyküleridir. Doğuda Romeo Jülyet hikayesi bulunmaz. Kaç göçe dayanan bir toplumsal hayatta nasıl bulunabilirdi ki zaten? Bu durum, gene de Mehmet Rauf ve Halit Ziya'yı aşkı hakkıyla işleyen romanlar yazmaktan alıkoymamış tır. ikisinin de dönemlerini aşan, büyük yazarlar olduğunu düşünüyorum.

Biz aşk acemisi bir toplumuz. Kadının ev dışı toplumsal hayatı paylaşabilmesiyle erkeklerin ve kadınların birbirlerine aşık olma olasılıkları çoğalmıştır tabi. Aşk olayına Tanzimat'ın göreli az, Cumhuriyet'in çok daha geniş ölçüdeki katkıları budur: Kadına toplumsal hayatta bireyleşmeye doğru yer açmak.

Yaşadığımız dönem, insan ilişkilerim de etkileyen tüketim çağı. Vefa, bağlılık, değer bilme, sakınım gibi özellikler, tutumluluk zamanlarının güçlü duygularıydı. Şimdilerde insanlar daha kolay ilişkiye giriyor, ilişkileri deyim yerindeyse çarçabuk kullanıp eskitiyor; tükenenin yerine fazla seçici davranmadan bir yenisini geçiriveriyor. En azından, böyle yaşayan kesimler var.

Sizin kadınlarınız fizyolojisiyle, anatomisiyle yer alıyor yapıtlarınızda. Onların genel olarak bedenleriyle (gövdeleriyle) birlikte verilmesi bir bütünlüğü, bir var oluşu mu ifade eder?

Elbette. Zaten duygularımız bedenimizden yükselir, organizmamıza dışardan dahil olmazlar. Uyarıcılar söz konusuysa da, duyguyu yaratan bedenimizdir.

"Edebiyatla ilgili yazılar her zaman yetersiz kalma riskini taşır." Bu sizin sözünüz. Madem, "önce söz vardı" neden hâlâ "söz" yetersiz kalıyor? Onu yetersiz kılan bizler miyiz, yoksa söz'ün kendisinde de bir yetersizliği var mı?

Duygu çeşitlemeleri sonsuzdur; oysa kelime hazneleri sonludur. Dil egemen sınıfın, cinsin ve kültürün izlerini taşır. Bu izler kimi kez kısıtlatıcıdır. Dillerdeki erkek egemenliğinin en çarpıcı örneklerini cinselliği yansıtan sözcüklerde görebiliriz. Böyle bir söylemle kadın için aşağılayıcı olmadan cinselliği anlatabilmek marifet ister.

Yazınımızın evrensel bir boyuta taşınması veya evrensel olması gerektiği konusunda da kafa yoran bir aydınsınız. Fakat aynı zamanda bir "ulusallık" (ulusalcılık değil; sizin sözünüzle) niteliğinin de zorunlu olduğunu dile getiriyorsunuz zaman zaman. (Yanılıyorsam lütfen düzeltiniz) Bir sanat yaratısının hem evrensel hem de ulusal olması nasıl sağlanabilir? Nedir bu "yerellik" ve evrensellik?

Kişi, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın sonuçta bir insan bedeninden ibarettir ve o bedenin trajik yazgısıyla sınırlıdır. Sanat bu yazgıya ulaşabildiği ölçüde evrenseldir. Ulaşabilmenin yolu o insanın somut koşullarının iyi irdelenmesinden geçer, afaki söylemlerden değil. Zira her insan bu trajiği belli bir coğrafyanın, belli bir tarihin, bireysel biyolojisi ve psikolojisiyle kesişme noktasında yaşar.

Siz kendinizi bu anlamda nasıl tanımlıyorsunuz?

Bu tanımlamanın bana değil, edebiyat bilimcilere düştüğü kanısındayım.

Peki, başka bir konuya geçmek istiyorum Yaşamın hemen her alanında temel özellik olarak sayılması gereken içtenlik ve inandırıcılık sanatın vazgeçilmezlerinden biridir. Afşar Timuçin'in güzel bir saptaması var bu konuda: "Sanat ürünleri kötü. Kötülüğün temelinde içtenlikli olmayış yatıyor. Şiirler o yüzden kötü, romanlar o yüzden okunur gibi değil” Yazınsal ürünlerde içtenlik ve inandırıcılık için neler söylemek istersiniz? Sadece söylem bunun için yeterli midir? Dili kullanma becerisi, kurgudaki sağlamlık veya kurgu tekniğinin üstünlüğü, anlatımdaki ustalık, . bunların önemi nedir?

İçtenlik öncelikle sanatçının kendisiyle cesaretle ve dürüstçe yüzleşebilmesi ve hesaplaşabilmesiyle başlar. Bunu yapamayan başka olgularla yüzleşirken de her zaman değilse bile çoğu kez isabetsizliklere düşecektir.

Kurgu ve söylemdeki hatalar çoğu kez bu yetersizlikten kaynaklanmaktadır. Elbette, eğer yazarın acemiliğinden, edebiyat birikiminin derinliksizliğinden kaynaklanmıyorsa. Yaratılan metin yüzleşilecek olgulardan biridir; sonuçta.

Sevgili Atasü, siz öykücülüğünüzün serpilmesini, "kadınların, sıradan hayatların örtüsü altında biriktirdiklerini fark etme"nize bağlıyorsunuz. Kadın olmanızın, Dullara Yas Yakışır’da, Gençliğin O Yakıcı Mevsimi'nde, Kadınlar da Vardır'da, Lanetliler'de ve Bir Yaşdönümü Rüyası'nda da olduğu gibi, kadınları ön plana çıkarmanızda önemli bir etken olduğunu düşünüyorum Kadın yazarlarla erkek yazarların yazınsal türlerde "kadın"a bakış açıları arasında bir fark var mıdır? Yazar, sonuçta duyarlı, kendisini yazdığı insanın yerine koyabilen biri değil midir? Bunlara bağlı olarak şunu da sormam gerekecek, izninizle; edebiyatımızda "kadın" yeterince işlenmemiş midir? "Çok katmanlı" kadının katmanlarına inilememiş midir?

İşleyen yazarlar da var; işlemeyen ya da işleyemeyen de. 20. yüzyılın ikinci yarısında, erkek yazarlarımızın kaleminden çıkmış yapıtların çoğunda yaşlı kadınlar değil ama, gençler- cinsel birer varlık olanlar- yeterince irdelenmemiştir (Tanpınar dahil). Kadınların yurttaşlığa, aydın bireylere yükselme serüvenleri de aynı dönemdeki çoğu erkek yazarımızın yaratılarında bir izlek olarak yer almaz. Bunlar bir çok erkek yazarın bir çok yapıtında (her yapıtta değil) kendini kadın kahramanın yerine koyabilmekte güçlük çektiğini göstermektedir.

Ataerkillik ise çoğu kadın yazarımızda dahi bir sorunsal olarak belirmez.

Bir Yaşdönümü Rüyası romanınız için kişileri belirlerken nelere dikkat ettiniz? Feride, Sedat, Ferhat, Kâmuran, Şirin… bunların kişiliklerim verebilmek için ne gibi araştırmalar, gözlemler yaptınız? Çünkü, Feride'nin kadınlığı hep geri planda kalıyor; uyumlu ev kadınlığı, anneliği öne çıkıyor. Siz, Feride'nin kişiliğinde kimleri anlatmak istediniz? Buradan romanlarınızda kurguyu nasıl gerçekleştirdiğinize de gelmek istiyorum. Bunun için nasıl bir proje üretirsiniz?

Hayatın bende bıraktığı izlenimlerden yararlandım. Romanın ham maddesi budur. Ancak, ham maddeyi işlerken, yani kişilikleri oluştururken ve onlarla olayların ilişkisini doğru kurmaya çalışırken, psikoloji üstüne hayli bilimsel metin okudum. Bir de dünya edebiyatının yaşlı kadının genç erkeğe aşık olması izleğinde odaklanan romanlarına bir kez daha baktım. Hem tekrara hem bu romanların düzeyinin altına düşmemek için.

Başlangıçta niyetim, Feride ile Kâmuran arasında yaşanacak, sizin deyiminizle "tutkulu cinsel aşkı" işlemekti. Yolun yarısında fark ettim ki, yaratmakta olduğum karakter - Feride- kadar varlığının temelinde ve derininde cinsellik korkusu taşıyan bir kadın, hele de orta yaşında -yani vücûdun hormonal feryadı durulmuşken-cinsellik vaad eden bir aşka yönelemez! Böyle bir aşk ihtimalini baş edemeyeceği denli büyük bir tehdit olarak algılar. Bilinçli duygular değil tabi bunlar. Kim iradi kararlarla aşık olmuş ki?.. Öte yandan gençlik ve heyecan özlemi içindedir, Feride. Hayatın ellerinden uçtuğunun farkındadır ve o hayata bir kez olsun yeniden dokunmak istemektedir. Bilinçaltı onu eşcinsel bir gence yöneltecektir. Feride'nin bilinçaltını, romanı yazarken keşfettim. Gerçekten de her roman, belki her iyi roman bir serüven, bir yolculuktur. Yönünüzü bilirsiniz, ama yolda nelerle karşılaşacağınızı bilmezsiniz; yolculuğun zorluklarıyla yüzleştiğiniz zaman başa çıkabilecek donanımdaysanız, romanınız başarıya yaklaşıyor. Başlangıçtaki tasarılarınızı zorlatmakta direnirseniz, kurgu yapaylaşıyor.

Feride'ye dönecek olursak, Freudyen psikolojinin "ana kadın" diye tanımladığı kümeye dahildir o. Bilinçdışına bastırılmış eşcinselliğini anaçlığa dönüştürebilen kadınlardandır.

Feride yaşadığı yeri "yaralı bir ülke"ye benzetiyor, insanlar da yaralı; kendilerine birbirlerine ulaşmalarını engelleyen derin, çok katmanlı "çatlak"lar var aralarında. Ülkemiz hâlâ yaralı bir ülke mi; bireyin kendisine ulaşmasını engelleyen çatlaklar varlığını sürdürüyor mu?

Ülkemiz yaralı, kanamalı, üstelik kendi kendini yaralamayı inatla sürdüren bir ülke. Toplumsal ve siyasal anlamda.

İnsanın iç gerçekliğine ulaşabilmesi her yerde zordur, tam bir ulaşma belki de imkansızdır. Bizim, tutucu geleneklerimiz ve birey üstüne düşünmeye yabancı dinsel- örfsel tarihimizle, bu konuda daha da zorlanacağımız açıktır.

Bir Yaşdönümü Rüyası, Çalıkuşu'nu hiç zorlanmadan getiriyor akıllara. Ortak noktalar olsa da birçok yönden birbirinden ayrılan yapıtlar bunlar. Yine de okur benzeyen yönleriyle ilgilenecektir. Bu benzeyiş ya da çağrıştırma niye?

Çalıkuşu Feride ve benim Feride'm aynı toplumsal kesimin kızları. Yani bireyi oluşturan değişkenlerden bir tanesi -sınıfsal olanı- sabit, iki kadının arasındaki düşünüş, hissediş, davranış ve politik eylem benzerlikleri ve farkları tarihsel süreçte "kadın" bağlamında değişenlere ve değişmeyenlere gönderme yapması bakımından ilginç görünüyor bana.

Bu romanda bir de "gelecek zaman" var. 2025'e gelindiğinde kimi toplumsal sorunlarımızın hâlâ çözümlenemediğini görüyoruz. Bu bir yazar önsezisi mı;

Öyle diyelim isterseniz. Aslında yanılmış olmayı dilerim. Ancak Türkiye'yi ve dünyayı kafalardaki hayallere ve kimi kesimlerin çıkar beklentilerine göre değil de gerçeklerle dürüstçe yüzleşerek inceleyen herkes, durumun parlak olmadığını teslim edecektir. Önsezi filan değil bu. Dünya, savaşma biçiminin terör olduğu yaygın bir çatışmaya sürükleniyor. Avrupa Birliği bir uygarlık projesi filan değil, kendi içinde bencil hiyerarşiler üreten bir çıkar beraberliği. Türkiye, kapitalizm denen ucubeye eklemlenmenin yolunu kendi kuruluşundaki devrimi çelmelemekte bulmuş bir garip ülke!

Romanınızın "Günümüzden Portreler" bölümünde kimi roman kişilerinin özgeçmişlerini romanınızın dilinden farklı bir dille vermişsiniz Bunu çerçeve içine alıp romanın dokusundan ayrı tutulmasını, ayrı okunmasını sağlamışsınız Ayrıca bazı bilgileri de koyu harflerle yazmışsınız, (sayrılıkla ilgili tanılarda olduğu gibi.) Bunu, "Ucu" ve "Taş Üstünde Gül Oyması" adlı kitaplarınızda da yapmışsınız. Bunları neden anlatımın dokusu içine sindirmediniz?

Günümüzden Portreler'deki kişiler Feride, Sedat ve Ferhat'dan o denli uzak ki... Aradaki farkı kuşak çatışmasıyla açıklamak mümkün değil. Türkiye'nin ve dünyanın geçirdiği değişimle dayanışmacı kültürün ve toplumsal sorumluluğun yerini yarışmacı kültürün ve bireysel hırsın almasıyla- teknolojik gelişimin insanı büsbütün yalnızlaştırmasıyla ilgili bir uzaklık bu. Aradaki farkı büsbütün çarpıcı kılmak istediğim için böyle bir yöntem izledim.

Başka bir şey daha var: Özellikle 12 Eylül döneminde ve sonrasında hayatlarımız adli vakalara dönüştü! Ölümler, kayıplar, yakılmalar, tutuklanmalar, işten atılmalar. Bu dönüşüm o denli yaygın ki, farkında değiliz ya da değilmiş gibi davranıyoruz. Günümüzün bencil çocukları aslında bu adli vakaların acılarını ve izlerini taşıyorlar. O nedenle birer tutanak havasında kaleme aldım, onların hikayelerini.

Doktorların ağzından hastanın yüzüne tebliğ edilen (!) tıbbi durum, hiyerarşinin en çarpıcı ve ironik örneklerinden biri olarak görünmüştür bana hep... Bedeniniz iradeniz dışında zararlı bir eylem yapmıştır; ve iradeniz dışında bir üst kurum bedeniniz hakkında karar vermektedir. Hasta insanın bilinci bedenin alanlarından bile geri çekilmiş, olabilecek en küçük haline büzüşmüş tür, ürkek bir çocuk gibi. Kendi kendisinin ona hayır yoktur!

Bu durumdaki insana, kendinden emin ve duygudaşlıktan yoksun bir otorite tarafından yapılan tebligatı, büyük harfle yazmayayım da ne yapayım?

Bu arada Taş Üstünde Gül Oyması'ndan söz etmişken, "TAŞ" sözcüğüne de değinelim isterim. Taş, sizde farklı çağrışımlara neden olan çok önemli bir doğa parçası. Ne dersiniz taş için?

Taş uygarlığın bir metaforu gibi görünür bana. Saraylar da mezarlar da taştan yapılmıştır. Çok somut, çok dayanıklı gibi duran taşın kimi kez bir anda dağılıvermesi, ve hiçbir maddesel varlığı yokmuş gibi görünen sözün kimi kez binlerce yıl dayanması hem trajik hem ironik değil midir?

Yazarlık mesleğinde ve dağıtım, pazarlama, tanıtım konusunda bir yazılı, etik anlaşması olmasını istiyorsunuz. Buna şiddetle gereksinim olduğunu vurgulamadan edemiyorsunuz. Bu mesleki etik anlaşması ileriye dönük ne gibi yararlar sağlayacaktır?

Bir centilmen anlaşmasından söz ediyorum, yasal olarak bağlayıcı, cezai hükümler içeren bir sözleşmeden değil. Etik yazılı bir şey değildir. Şahsi sorumluluk duygunuzla, başkalarına zarar vermemek için uymayı gönüllü olarak kabul ettiğiniz, vicdani yönü ağır basan bir genel eğilimdir. Günümüzde, uygulamadaki durum, kitabın okura duyurulması için gerekli olan kültürel tanıtımı çoktan aşmıştır, yazarlar ve yayınevleri arasında haksız rekabet yaratacak bir yöne gitmektedir. Meşhur ve zengin olmakla ilgili kaygılar kanımca yazarların yaratıcı gizilgücünü kemirmektedir. Konuyla ilgili bir "centilmen anlaşmasına" varılamazsa, parası olanın düdüğü çaldığı, en güçlü reklamı yaptıranın kendinden baskını zuhur edinceye kadar en değerli yazar sayılacağı, edebiyatın gelişimi, sürekliliği kalıcılığı açısından tamamen kısır, sağırların avazlarıyla çınlayan bir kargaşa ortamına varılacaktır.

Yazarlığı bırakmak gibi bir düşünce de bir köşede duruyor sizin için. Oysa ben, yazarların hem birikim hem de yaş bakımından olgunlaştıkça daha güzel yapıtlar verdiğini düşünüyordum. Düşüncem doğruysa, neden en verimli dönemlerinizde böyle bir şey geçiyor aklınızdan? Sizi, yine sizin deyiminizle "zaman zaman" bu düşünceye iten neden/ler ne(ler)dir?

İnsanın söyleyecek sözü kalmamışsa bırakmalıdır, kanımca. Kendini tekrar sevimsiz bir şey. Söyleyecek sözünüz varsa, o söz doğmak için sizi zorlayacaktır zaten, bırakmanıza izin vermez, edebiyat ortamı her geçen gün çekiciliğini yitirse de.

Yazarın dünya görüşünün edebiyatı aşmaması gerektiğini söylüyorsunuz İmgelerin İzi'nde. Edebiyatla ideoloji bağdaşmaz mı? Bir edebi ürün aynı zamanda bir ideolojinin de ürünü olamaz mı? Toplumsal tezlerin romanlarda yer almamasından yana olduğunuzu belirtirken, Dağın Öteki Yüzü adlı yapıtınızda kimi toplumsal tezlere de rastlamanın mümkün olduğunu belirtmeliyim.

Toplumsal tezlerin romanlarda yer almasına karşı filan değilim. Nedense bizde ya hepçi ya hiççi bir anlayış var! Kritik karar anlarının dışında, çok yanlış bir tutum! Roman bir karışımdır, bir sentezdir, tıpkı hayat gibi. Ya öyle ya böyleden değil, hem öyle hem böyleden, bazen de ne öyle ne böyleden oluşur! Dolayısıyla, elbette tezler yer alabilir, romanın estetiğini bozmadığı ölçüde, yazarın gerçeğe ulaşma tutkusunu gölgelemediği sürece.

Son olarak, Nâzım’a İmgelerin İzi'nde ayrıca bir önem vermişsiniz. Ona özel bir ilgi göstermişsiniz desem, yanılmış olur muyum? Kimi öykülerinizde de rastladım Nâzım'a. Siz herkesin gördüğü, bildiği şeyler dışında Nâzım'da neler görüyorsunuz, neler buluyorsunuz?

Nazım, Dağın Öteki Yüzü nün satır arası kahramanlarından biridir. Kanımca politik olarak Cumhuriyet devrimleriyle Marksizmin bireşimini gerçekleştirebilmiş olanların bir temsilcisidir. Sanatsal olarak ise, geleneksel edebiyatımızın mirasını (gerek divan gerek halk şiirini) ve bize özgü "insan manzaralarını", 20. yüzyılın dünya sorunsallarıyla ve yepyeni şiirsel biçimlerle senteze ulaştırmayı başarmış yüce bir ozandır.