TOPLUMSAL VE KİŞİSEL BİR YAŞDÖNÜMÜ RÜYASI: ERENDİZ ATASÜ
Şebnem Atılgan
"Bir Yaşdönümü Rüyası", Türkiye'nin yakın geçmişini birkaç kişisel tarihin ekseninde romanlaştırırken, '80 darbesine götüren sosyal ve siyasi çalkantıların ortasında, savunduğu görüşün arkasında duran, ama kadın kimliğine de sırt çevirmeyen Feride'nin öyküsünü anlatıyor. '80'den bugüne gelirken Ferhat ve Sedat'la; toplumsal mücadeleyi, bireysel yaşamlarının, aşklarının ve ailelerinin hep önüne koyan iki erkekle farklı boyutlarda aşklar yaşar Feride. Karmaşık iç dünyasında kendini keşfetmeye çalışırken üvey kızıyla avunmaya çabalar ve yaşlılığın eşiğindeyken çocuğu yaşında genç bir erkeğe tutulur; bu yeni aşkın etkisiyle kendi içine doğru içsel bir yolculuğa çıkar; kendisiyle, bastırılmış kimliğiyle gecikmiş bir yüzleşmeye girer.
ŞA: "Bir Yaşdönümü Rüyası" Türkiye'nin geniş bir panoramasını kapsayan, katmanlı bir roman. Bu geniş kurgu içinde zaman geçişlerini de ustalıkla kullanmışsınız. "Gençlik ve Geçmiş", "Orta Yaşa Uyanmak" ve "Hayatın Sonrası"... Roman, Feride'nin üvey kızı Şirin'in bebekliği ile başlıyor. "Mazi Sayfaları"nın altında Feride'nin Şirin'e anlattığı ilk gençliği var. Yine geçmiş zaman. Roman, bir süre sonra, okurun bilmediği ama Feride'nin 'gelecekte yaşananları anlattığı' bölümlerle devam ediyor. 'Zaman' üzerine kurgular yapmayı seviyorsunuz. Bu Erendiz Atasü'nün diğer romanlarında da mı böyle, yoksa bu romanın böyle mi anlatılması gerekiyordu?
EA: Zaman beni çok ilgilendiriyor. Hayatımızda da bir anlamda somut bir şekilde yaşarız 'zaman'ı... Zaman eskir; bu vücudumuzun eskimesidir. Zaman'ın insan olarak bizleri ilgilendiren yanı bu. içimizde biriken zamana bizler "anı" diyoruz ve durmadan anılar biriktiriyoruz. Anılarımız şu anda yaşadıklarımıza sürekli müdahale ediyor. Bunun bazen bilincindeyiz, bazen değiliz... Geçmiş zaman ve anılar, şimdiki zamandaki hayatımızı belirleyen iki büyük güç...
Romanlarımın kurgularında geriye dönüşler hep vardır; geçmişin roman kahramanlarının bugünlere yansıyan izleri...
1980'ler ve bu yılları hazırlayan dönemler... Bir Türkiye panoraması... Feride ve diğerlerinin Türkiye'nin bir dönemine tanıklık etmeleri... Bir yandan kahramanların kişisel tarihlerini okurken, bir yandan da değişen Türkiye'nin değişen değerleri ile yüz yüze kalıyor okur. Neden 1980'li yıllar? Ya da bir başka deyişle 80'li yılların anlatılıyor olması mı geçmişi bu kadar ayrıntılı anlatmanıza neden oldu?
Tabii '80 dönemi sizin yaşınıza göre geçmiş (gülüyoruz...) Ama bana göre 1980 ve öncesi 'geçmiş' diyeceğim kadar uzak değil. 1980 yılı hayatlarımızda büyük değişikliklerin olduğu bir zaman dilimi. Tamamen sağa ve tüketim ekonomisi ahlakına yöneltmelerin başladığı bir dönem. Sağdan kasıt sadece dinci sağ veya aşırı milliyetçilik değil. Ekonomide sağa dönüş ve tüketim ahlakının hayatımıza egemen olması ki o güne kadar ekonominin ahlakını çok ağırlıklı hissetmiyorduk. 1980 önemli bir tarih... Neden 1980 sorusunun cevabı da bu: Türkiye'de bugün olanları yazmaya kalkıştığımızda 1980'li yıllara değinmemek mümkün değildir. Ancak romanın amacı bu panoramaya içten bakabilmek; yani tarihselliğin kişilik yapılarında yol açtığı değişimlerin panoramasını çizebilmek.
Romanın kahramanı Feride '60 kuşağının temsilcilerinden. Kocaları Ferhat ve Sedat'da öyle... Feride, ilk aşkını '80'li yıllarda yaşıyor ve sevdiği adamın eşinin ölümünün ardından onunla -Ferhat'la- evleniyor. Bu, romanın diğer kurgusu olan 'aşk' temasının işlendiği bölümlerden biri. Ancak bu kurgu, romanın diğer temalarından hiç de ayrı değil. Hem Ferhat hem de Sedat '80'li yılların politik olayları içinde olan insanlar...
Ferhat ve Sedat, o dönemin tipik insanlarıdır. Toplumsal mücadele, bireysel yaşamlarından her zaman önde olmuştur. Bu, o dönem toplumsal mücadele içinde olan insanların tipik bir davranış şeklidir.
Dikkatimi çeken ve kahramanların oldukça sık kullandıkları bir cümle (ya da farklı cümleler olsa da aynı anlama gelen) var: Ülke için (mi?)... Bu kişilerin kendi içlerinde bir tür hesaplaşma ya da çelişki mi? örneğin Şirin'in babasını "Ülke için kaybetmiş olması" onu ilkgençlik yıllarında sürekli düşündürten bir soru... Kamuran'ı da öyle...
Sedat ve Feride '68 kuşağının temsilcileri. Memleket sevgisi ve memlekete karşı sorumluluk duygusuyla yetiştirilmişler. Ülkeye yönelttikleri eleştiriler, başlarına ne gelirse gelsin, nefret boyutlarına varmıyor. "Memlekete sahip çıkılır" diyor Sedat'ın anneannesi, örneğin. Feride ve Sedat, Şirin'i de bu duyarlıkla yetiştiriyorlar, öz anne ve babasını çok küçükken yitiren Şirin'in onlara ülkenin emaneti olduğunu hiç unutmuyorlar. Üvey kızları Şirin'e besledikleri sevgide bu sorumluluğun payı var. Memleket, bu kişiler için kimliklerinin vazgeçemeyecekleri bir parçası ve bundan yüksünmüyorlar. Kamuran'a gelince, onun durumu farklı. O da anne ve babasını '80 fırtınasında, daha bile acı koşullarda yitirmiş. Kamuran, aidiyet duygusunun zayıflığı açısından günümüz gençliğinin tam bir temsilcisi. Gene de istediği ölçüde silemiyor ülkeyi kendi kimliğinden, bağışlayamıyor da. Bu çelişkiden rahatsız olduğunu, ama elinden başka türlüsü gelmediğini düşünüyorum. Her şeye rağmen ülkeden vazgeçemeyen dedesinin etkisi olsa gerek.
Öne çıkan bir diğer konu "etnik kültürler"... Sedat'ın ve babasının durumu, Sedat'a yansıyan yönleri ve Kamuran'ın dedesinin, Türkiye'nin bir diğer durumunu, aşiretleri temsil ediyor olması... Bu bir temsil etme durumu ise tabii ki...
Kişisel kanım etnik aidiyetin ne bastırılmasının ne abartılmasının çıkar yol olduğu doğrultusundadır. Haliyle bu görüş romana yansımıştır. Ülkeye aidiyetin, etnik aidiyeti aşan daha geniş bir bilinç olduğunu düşünüyorum. Ayrıca insanların asal kimliklerini, ne oldukları kadar, ne yaptıklarının da belirlediği bence çok açık. Kişi sosyal koşullarının elverişsizliği ya da kendi yetersizliği nedeniyle işlevinde doyum bulamıyorsa, ne olduğunu etnik ve dinsel, mezhepsel kökeni üzerinden tanımlamaya hem gidiyor, hem itiliyor, iktisadi postmodernizmin dayattığı işlerin süreksizleşmesi bireyin kendini meslekle tanımlamasını ne yazık ki günümüzde engellemektedir.
Reşat Nuri Güntekin'in "Çalıkuşu", Feride ile özdeşleştirilen kahramanlardan biri. Bu bağlantıyı neden kurdunuz? Ferhat ve Şirin adlarının da özel bir karşılığı var mı?
'Çalıkuşu' yazılalı neredeyse bir yüzyıl olacak. Benim Feride'mle Çalıkuşu Feride aşağı yukarı aynı toplumsal kesimin çocukları. Aradan geçen sürede kadın kimliğinde oluşmuş değişimlere dikkat çekmek isterim. Bu roman 'Çalıkuşu'nun bir alegorisi değildir; ama bir yanıyla Reşat Nuri'nin eserine bir saygı göndermesi olarak okunabilir. Reşat Nuri'nin kahramanları asla yalınkat değildir, farklı okumalara açıktır. Oradaki Kamuran cinsel yönelişi biraz bulanık bir delikanlı olarak yorumlanabilir, pekâlâ... Benim Kamuran şekillendikten sonra, romanın ilk taslaklarını okuyan arkadaşlarım arasında kendimce küçük bir anket yaptım. 'Çalıkuşu'ndaki Kamuran'ın eşcinsel bir yanının olabileceği yorumunun kadın okura pek uygun düştüğünü gördüm... Şirin'in öz babasının adı Ferhat. Kadın erkek aşkının temel unsurlarından biri baba-kız ilişkisi değil mi sizce?.. Hayatları boyunca, yalnızca annelerini ve kızlarını sevmiş büyük bir erkek kitlesi olduğuna inanıyorum.
Feride'nin cinsel hayatı, romanın izleklerinden biri... (doğru mu?) Bu romanın "bir kadın romanı1 olmasının bir karşılığı mı? Ya da romanın bir tür 'feminist' yönünü mü okura yansıtır?
Bu roman bir kadın romanı değildir. Burada insanın kendisini bulması ve/veya bulamayışı tartışılmaktadır. Romanın temel sorunsallarından biri, Feride'nin iç yolculuğudur. Onun, yaşlılık arifesinde çocuğu yaşında bir delikanlıya tutulmasının, yaşadığı büyük ölçüdeki hayali aşkın acısıyla, kendisiyle arasındaki duvarın yıkılmasının ve bastırılmış kimliğiyle ıstıraplı yüzleşmesinin hikâyesidir, bu roman. Onca yolculuk yapmış Çalıkuşu Feride'nin hiç çıkmadığı içsel yolculukta buluyor, 'Bir Yaş-dönümü Rüyası'nın Feride'si kendini. Feride hiçbir zaman doyurucu bir cinsellik yaşamıyor ki... Bunun ötesinde, romanda feminist rüzgârlar, daha doğrusu rüzgâr demeyeyim de, "alt akıntılar" var. Nasıl olmasın, yazarı feminist! Romanı bir denize benzetirsek, su kütlesinin en büyük hacminin yönünü belirleyen bu alt akıntıları, okurun keşfetmesini bekliyorum doğrusu!
Feride'nin kendi kanından olmayan bir çocuğu evlat edinmesi ve onunla normal bir ana-kız ilişkisinin üstünde bir bağ kurabilmesi de var. Burada aile bağlan hakkında bir çıkarım mı söz konusu?
Prototipin aksine "iyi1 üvey anneler de vardır! Vurgulamak isterim. Ayrıca biyolojik bağdan önemlidir aradaki iletişim ve paylaşım.
Ve Şirin. Romanın diğer kadın kahramanı. Roman Şirin'in yaşlılık dönemi ile sona erer. Üstelik Şirin'i Kamuran ile karşılaştırmaktan da çekinmez yazar. Kamuran ise okurun karşısına bambaşka bir insan olarak çıkacaktır. Belki de değişen nesilin, bir sonraki nesilden öncesidir yazarın anlatmak istediği (?)...
Evet, haklısınız. Şirin ve Kamuran, aynı kuşağın iki zıt temsilcisi, yüz yüze kalacaklardır romanın sonunda. Aralarındaki duygusal bağlantı ise, artık hayatta olmayan Feride'nin titrek hayalidir... Kamuran romanın ortalarında şiire meraklı ve yetenekli bir delikanlı olarak sahneye çıkmakta. Hırslı... '80 fırtınasının çocukluğundaki izleri hırsını bilemekte. Romanın sonunda, hedefine ulaşmıştır, zengin ve ünlüdür. Ne pahasına... İçindeki şiiri öldürmek pahasına...
Romanda yer yer şiirlere rastlıyoruz. Roman içinde şiir kullanımı daha önce denediğiniz bir teknik mi? Şiirlerin bu romana kattığı anlam nedir?
Böyle bir tekniğe hiç başvurmamıştım. Dahası hayatım- da hiç şiir yazmadım. Romandaki şiirler acemice şeyler tabii. Öyle de olmaları gerek. Feride'nin bastırılmış, dolayısıyla hiç gelişmemiş edebiyat yaratıcılığının ilk ve son; ve sonradan mahvedeceği kariyerinin henüz başlangıcındaki Kamuran'ın ilk denemeleri bunlar. Neden mi şiir kullandım? Feride ve Kamuran tam da bilincinde olmadıkları ruhi ihtiyaçları nedeniyle birbirlerine yöneliyorlar. Belki ne bu ihtiyacı, ne de birbirlerinde neyi çekici bulduklarını mantıklı tümcelerle dillendirebilirler. Feride'nin kaybettiği gençliğine, Kamuran'ın hiç bilmediği annesine bilinçaltı özlemleri... Şiirin özü derinden, bilinçaltından gelir. Şiir taslağı ne kadar hamsa, kaynağı o kadar belirgindir.
'Bir Yaşdönümü Rüyası'nı, dil olarak değerlendirmenizi istesem neler söylerdiniz?
Türkçe dünyanın en eski dillerinden biri ve durmadan kendini yenileyen bir dil. Dünya egemenliğini eline geçirmiş dillerin Türkçemize müdahalelerinden, ya da çeşitli ve karmaşık eğitim sorunları yüzünden Türkçe'de son on yıllarda meydana gelen esef verici bozulmalardan söz etmiyorum elbette. '80 sonrası baskı yönetiminin yeni sözcüklere karşı açtığı gülünç savaşı kaybetmesi, genç kuşakların "özgürlük", "sınav", "erdem" gibi sözcüklerden yasaklara karşın dirençle vazgeçmemeleri çok düşündürücüdür. Bugünkü Türkiye nüfusunun en büyük kısmı kırsal kökenli ve aile geçmişinde Osmanlıca sözcüklerin çoğunun yeri bile yok. Bu gerçeği görmek gerek. Dil devrimi bize pek çok yeni sözcük kazandırdı ve kimi yerel sözcükleri ülkenin tümüne tanıttı. Türkçeyi Osmanlıcanın yapay ağırlığından kurtardı. Ona sahip çıkmak durumundayız. Ancak, dil devrimine sahip çıkarken, şiiirlere, türkülere geçmiş, halkın belleğinde yer etmiş, duygu ve tarih yüklü sözcüklerden kökenleri Arapça ya da Farsça diye- vazgeçmek niyetinde değilim. "Aşk"ın, "sevda"nın bana taşıdığı çağrışımları, "sevi" asla esinleyemiyor; kimseye de taşıyabildiğini sanmıyorum. "Rikkat" sözcüğündeki nüans, "sevecenlik"te veya "acıma"da yok. Bunun yanında, Türkçe bilen herkese hemen "doğmak- doğurmak" eylemlerini çağrıştıran "doğa", "sınama-yanılma" eylemlerini çağrıştıran "sınav" kendiliğinden hiçbir çağrışım uyandıramayan, hantal "tabiat" ve "imtihan" sözcüklerine göre çok daha güçlü. Bir dilde çok farklı söylemler olabilmeli; bilimsel metin söylemine yakışan bir sözcük romanın akışında sakil durabiliyor. Ayrıca atmosfer yaratmada sözcüklerin rolü çok büyük; geçmiş dönemleri yansıtırken, bir miktar eski sözcük kullanmayı gerekli, hatta kaçınılmaz buluyorum. 'Dağın Öteki Yüzü'nde 1930'ları, 1940'ları anlatırken böyle sözcüklere başvurmam eleştirilmişti. Bir dönemi tümüyle başka dönemlerin sözcükleriyle anlatmayı seçmemek garipsenmişti; "Bu mantıkla, dünya edebiyatını yalnızca özgün dilinde okumak gerekir" denmişti. Özgün dilin derinliğini kim yadsıyabilir? Sonra, çevirinin kısıtlamalarını kendi dilimizin içinde yeniden üretmek niye?