Dağın Öteki Yüzü'nden Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı'na:
Atasü'nün İlk Romanından Son Romanına
"Geleceğe" Yolculuk
Dilek Direnç*
Atasü'nün 1995'te yayımlanan ilk romanı Dağın Öteki Yüzü ve 2011 sonunda yayımlanan son romanı Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı, birbirini izleyen iki kuşağın ve dönemin romanlarıdır. Beraberce, başından sonuna yirminci yüzyıl Türkiye'sinin yaşadığı tarihsel süreçlere odaklanan romanlarda ortak kaygı, gelecek düşüncesi üzerinde yoğunlaşır. Her iki roman da gelecek üzerine sorular soran ve tasarılar üreten metinler olmakla birlikte, iki metin arasında, ortaya çıkışları arasındaki on altı yıllık zaman farkının ötesinde bir gelecek tasarımı farkı gözlemlenir: Dağın Öteki Yüzü'nde umudun ve coşkunun azalan ışığı, Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı'nda tümüyle silinir. Dağın Öteki Yüzü ışıklı bir ütopyadan uzaklaşmanın hüznünü taşırken, Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı'nda ütopyanın karabasana dönüşmesinin acısı ve umutsuzluğu vardır.
Dağın Öteki Yüzü, yaşamın zirvede buluşan bir çıkış ve inişten oluştuğunu hatırlayan ve hatırlatan bir romandır.1 Bir imparatorluğun çöküşü, bir ulus devletin doğuşu ve yeni Türkiye devletinin kuruluşunun ertesinde yaşanan toplumsal değişimler, romanın odaklandığı dönemin tarihsel zeminini oluşturur. Yüzyıl sonundan geriye dönük bir bakışla, yüzyılın tamamını kucaklayan roman, yazarın merceğinden yirminci yüzyıl Türkiye'sinin tarihsel panoramasını çizerken özellikle Kemalist kuşağa, ülküleri, coşkuları, mücadeleleri, başarı ve yenilgileriyle yeniden hayat verir. Özyaşamöyküsel bir roman olan Dağın Öteki Yüzü, anlatıcının, artık hayatta olmayan annesini, bir ebeveyn olmanın ötesinde, bir birey olarak anlama çabası üzerine kuruludur ve bu anlamda roman, geçmişe yolculuk öyküsüdür. Bu yolculukta annesinin mektupları, günlükleri, yazıları, şiirleri, fotoğrafları anlatıcının yol göstericisidir ve onu annesinin yaşamındaki belirleyici anlara ve anılara taşır: Balkan ve Birinci Dünya Savaşları, yurt bilinen toprakların terk edilişi, Anadolu'ya göç, ardından Anadolu'nun işgali, babanın ölümü, yoksulluk ve yoksunluk günleri, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, parasız yatılı okullarda ve daha sonra İngiltere'de devlet bursuyla eğitim, uzun ve üretken bir çalışma yaşamı, İkinci Dünya Savaşı, Kore Savaşı, tutkuyla bağlı olduğu ülkesindeki gelişmelerden duyduğu kaygılar, yaşlılık döneminin getirdiği kaçınılmaz zihinsel ve fiziksel çöküş, bu yaşamı şekillendiren deneyimlerdir. Romanda olay ve yaşantılar kronolojik bir sırayla değil, aynen insan zihninin işleyişi gibi, zaman içinde ileri geri sıçramalarla verilir. Metin, anlatıcının, geçmişin maddi ve manevi kalıntıları ve çizgisellik taşımayan bölük pörçük anılardan yola çıkarak annesinin yaşamını, imgeleminde yeniden kurma çabasını kayda geçirir.
Anlatıcının annesi Vicdan'ın 1935 yılında bir yaz günü erkek kardeşleriyle birlikte tırmandığı Uludağ'ın zirvesinde çekilmiş gençlik fışkıran fotoğrafı, Vicdan'ın, ait olduğu kuşağın ve yaşadıkları tarihsel anın somutlaştığı simgesel bir varlığa sahiptir romanda. Bu fotoğraftaki genç Vicdan, hem kendisi hem de yaşamını adadığı genç Cumhuriyet için taşıdığı umutla parlamaktadır. Bu özel anda, Vicdan'ın kuşağı, genç Cumhuriyet'in masumiyetini, coşkusunu ve idealizmini temsil etmektedir; fotoğraf hem Vicdan hem de "diriliş mucizesini yaratan" ulusu için, zirvenin yaşandığı tarihsel bir anı yakalamıştır (281). Oysaki gerek bireyler gerekse uluslar için mutlaka dağın öteki yüzü, zirvenin inişi vardır. İnsanların gençliğin coşkusunu ve canlılığını yitirmeleri gibi ideolojiler de kan kaybeder; iniş ya da çöküş kaçınılmazdır. Sonraki yıllarda Vicdan ve kuşağı yaşlılığa doğru ilerlerken yaşadıkları hayal ve gönül kırıklıkları bu çöküşün sonuçlarıdır.
Annesinin yaşamını ve kimliğini anlama çabasında, anlatıcı, bireylerin yaşamlarının asla o yaşamları çevreleyen koşullardan bağımsız düşünülemeyeceğini kavrar; bireysel hayatlar, tarihsel dönemler ve olaylarla sıkı sıkıya örülmüşlerdir. Anlatıcının farkına vardığı gibi, "Yazgı nedir ki, kişinin içine doğduğu tarihselliğin sınırlarından başka..." (278). Annesinin yaşamını yazmak, aslında yirminci yüzyıl Türkiye'sinin tarihini öznel bir bakışla yazmaktır ve kaçınılmaz olarak Kemalist ideolojinin değerlendirilmesini içerir. Böylece, anlatıcının annesini arama yolculuğu, daha geniş bir düzlemde onu, çöken bir imparatorluğun küllerinden doğan genç Cumhuriyet'in kuruluş yıllarına götürür. Ortaya çıkan yapıt, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kuşağından Kemalist bir kadının portresiyle birlikte, bir ulusun doğuşunu ve yükselişini, ardından, ilk yılların coşkusunun ve idealizminin tükenişini kayda geçiren tarih-yazımsal bir anlatıdır. Adı aksini işaret etse de, kapsadığı dönem ve yaşantılar açısından roman, doğuş, yükseliş ve zirveye ulaşma deneyimlerini de içerir.
Anlatıcı geçmişe bakarak kendisini önceki kuşaklara bağlayan ilmekleri yakalamaya çalışırken, sürekliliğin, yaşamın en temel, "en büyüleyici" unsuru olduğunu keşfeder (223). Artık kendisi de orta yaşa varmış anlatıcının ifadesiyle, "Bir kuşak önceki kuşaktan doğuyor, bir sonraki kuşağa batıyordu" (223). Romanın, hayatı ve ölümü süreklilik izleğinde buluşturan kapanış sahnesinde, anlatıcı anne-babasının mezarlarını ziyaret eder. Anlatıcının bu ziyaret sırasındaki iç sesi, kendisini çözümlemeye dönüktür: "Acılı ve kanlı ülkemle, zavallı ve acımasız ülkemle – yangın yeri – ne büyük çelişki var aramda! Ben bu çelişkiden yaratıldım! Yüzyılın başlangıcıyla bitişinin dar sarmal aralığında, yere serilmiş bir halkın yaralı çocuklarından . . . doğan ben!" (281) Mezarlık çıkışında onu bekleyen kendi kızı, romandaki dördüncü kuşak, sürekliliğin şimdiki zamandaki uzantısıdır. Artık çocukluğu geride bırakmış kızına bakarken zihninden geçen düşünceler, anlatıcının (ve yazarın) geleceğe dönük tasarımlarını ortaya koymaktadır: "Dal gibi gövdesinin narin çatısındaki kalsiyumun, damarlarında dönen demirin, Makedonya'dan Girit'e, Ege'den Kafkasya'ya paralanmış bir coğrafyaya dağılmış kemik tozlarından, ilik parçalarından köklendiğini biliyorum. Genç dokularının ne kadar dayanıklı olduğunu, nasıl coşkuyla onarılabildiğini" (281). Burada söz edilen dayanıklılık ve onarılma kabiliyeti aynı zamanda genç Cumhuriyet'e dönük bir beklenti ve umuttur. Akşamın karanlığında, "ışığa bulanmış elini" kızına uzatırken, anlatıcı için, geçmişe sırtını yaslayarak geleceğe ışıklı bir el uzatmak, geleceğe dönük umudun altını çizmektir; çünkü ancak umut geleceği mümkün kılar (281). Bu süreklilik bilinciyle, geçmişe dönük bir bakışla başlayan roman, dağın öteki yüzüne, yani zirveden inişe, çöküşe ve hatta ölüme işaret etmekle birlikte, nihaî olarak geleceğe dönük bir bakış ve umutla, yaşamı ve değişimi yücelterek sonlanır.
Yazarın son romanı Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı, 1970'lerden günümüze uzanan bir döneme odaklanan, bu anlamda, tarihsel olarak Dağın Öteki Yüzü'nün bıraktığı yerden devam eden bir yapıttır.2 Roman, geçmişe yoğun ilgisi ve geleceğe dönük kaygıları, zaman dizinsellikten uzak anlatı akışı, izleksel ve biçimsel boyutta bütünsellik arayışı, farklı edebiyat türleri ve geleneklerinden beslenerek kurduğu metinler arası ilişkilerle Dağın Öteki Yüzü ile akrabalığı belirgin bir metin olarak çıkar karşımıza. Dağın Öteki Yüzü'nde olduğu gibi, bu romanda da yazar için "kişinin içine doğduğu tarihselliğin sınırları," tekil bireysel yaşamların belirleyicisidir (278). Bireyin tarihinin, ülkenin ve dönemin tarihinden ayrılarak anlatılamayacağını öngören Atasü, Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı'nda da bireysel ve toplumsal olanı birbirine örer ve romanın ana karakteri Güneş Saygılı'nın yaşamını, bu yaşamın kapladığı dönemin toplumsal ve siyasal tarihiyle ve bu yaşamın sahnesi olan başkentle karşılıklı etkileşim ilişkisi içinde anlatır.
Güneş Saygılı'nın yaşam öyküsü, temelde bir kuşağın daha mükemmel bir dünya için kurdukları düşlerin ve ardından yaşadıkları düş kırıklığının öyküsüdür. Güneş Saygılı, ilk gençlikleri Cumhuriyet Türkiye'sinin kuruluş yıllarına rastlayan "ilkelere inanarak yetişmiş" anne-babasının kuşağını, "gün doğumu çocukları" olarak anar (109). Oysa beklenenin aksine, kendi kuşağı, anne babasını var eden aydınlanma tasarımının çöküşüne, terk edilişine tanıklık etmiştir. Aydınlanma tasarımının Türkiye örneğinde ağır tehdide maruz kalması, romanın ana izleğidir. Akıl ve bilimin, yeryüzünden cehaleti, yoksulluğu, adaletsizliği silerek bir yeryüzü cenneti ve çağdaş bir toplum yaratacağı inancının yitirilmesi, modernitenin olduğu kadar moderniteye yaslanan sol eğilimli siyasi görüşlerin de çöküşüdür. Roman, sol siyasi akımlarla beslenen 60'lı 70'li yılların, emeğe saygılı, özgürlükçü, eşitlikçi, barışçı bir dünya yaratma düşlerinin, 71 ve 80 darbelerinin sarsıntılarıyla yıkılışını, ortak hayal ve umutlar tükenirken, Türkiye'nin insanın değersizleştirildiği paranın kutsallaştırıldığı bir düzen ve ekonomiye teslim olması sürecini, romanın açılışında genç bir kadın olan Güneş Saygılı'nın yaşlanma süreciyle koşut olarak işler. Metin, bir yanda ana karakterin gençliğini, diğer yanda ait olduğu kuşağın yaşama coşkusunu ve dünyayı değiştirme umudunu yitirmesi üzerine odaklandığı için, kaçınılmaz olarak ortaya bir çöküş anlatısı çıkmaktadır.
Öte yandan Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı, bir kuşağın romanı olmasının yanı sıra, Dağın Öteki Yüzü'nden farklı olarak bir şehrin romanıdır ve anlatı mekânı olan başkentin yirminci yüzyılın ikinci yarısında başlayan el değiştirme sürecini anlatır. Kırsaldan ve tarımsal üretimden koparak şehirlere akan nüfus, toplumdaki ekonomik altyapının dönüşümleri, güçlü ve yaygın bir sanayileşme sağlayamadığı için, feodal kültürün ilişki biçimlerini geride bırakarak şehirlileşememiş, bu durumdan kaynaklanan çelişki ve uyumsuzluklar şehri yormuş ve yıpratmıştır. Modern olmayı başaramamış bir kapitalist metropol olarak çizilen şehir, modernite projesinin başarısızlığı olarak ortaya konur romanda. Gerek Güneş Saygılı ve kuşağı, gerekse bu kuşağın dönüşümüne tanıklık ettikleri şehir açısından roman ‘dağın öteki yüzünü', yani zirveye tırmanışı değil inişi anlatır. Güneş ve kuşağının, romanda anlatılan dönem içinde yaşadığı fiziksel çöküş ve duygusal yitimlere koşut olarak, simgesi ‘güneş' olan şehir de ışığını yitirerek kararmaktadır. İnsan-doğa ilişkisi, başkentin büyüme sürecinde uyumdan çatışmaya doğru değişirken, metin, doğa ile insanın birbirinden çözülemez varlıklarına işaret ederek aslında insanın da doğa olduğu gerçeğini vurgulamayı hedefler. Bu romanda yazarın ilgi ve kaygı alanları genişlemiş, Dağın Öteki Yüzü'nde karşımıza çıkan insana ve ülkeye ilişkin kaygıların yanına, insanın ve onun yarattığı "uygarlığın" zarar verdiği doğa eklenmiştir. Bu romanda yazar, insanın üzerine uygarlığını kurduğunu doğayı yok saymasının da yok etmesinin de bedeli olduğunu vurgular.
Romanın son bölümü, yozlaşmış bir toplum ve uygarlığın çöküşüne tanıklık eden apokaliptik bir anlatıdır; yani romanın ana karakteri Güneş'in, zamanın ve mekânın sonuna dair kaygılarını dillendirdiği bölümdür bu: "Ama ya geleceğin de sonuna gelinmişse? . . . İnsan da, yeryüzünden silinmiş onca canlı türü gibi yok olabilir günün birinde" (250). Oysaki Güneş, "zamanın . . . kâinata veda edeceği bir kıyamet gününe doğru eğrilişine" tanıklık etmek istememektedir (257). Zaman ve mekânın tükendiği düşünülen noktada yoğun bir karamsarlık ve derin bir umutsuzluk duygusu egemen olur anlatıya. Apokaliptik anlatılarda uygarlığın çöküşü ve dünyanın sonu, nükleer savaş, salgın hastalık, ya da doğal bir felâketle gelir. Bu romanda Atasü, apokaliptik anlatı geleneğinden yararlanarak türün bazı özelliklerini kendi metninde altını çizmek istediği sorunlar çerçevesinde kullanır ve çöplerden kaynaklanan bir salgın hastalıkla sonlandırır kendi romanındaki dünyayı (207). Romanda, "yaratıkların en belâlısı insanı dizginlemek için, doğanın ... türettiği söyle[nen]" virüslerin etkin hale geçmelerinden, şehri ve insanlarını zehirleme aşamasına gelmelerine uzanan süreçte çöpler özel bir işlev yüklenmişlerdir (229). Yazar, çöpü, günümüz tüketim toplumunun metaforu olarak kullanmanın ötesinde, söz konusu dönemde ülkedeki sağlıksız ekonomik ve toplumsal gelişmelere dikkat çekecek şekilde kullanır: Yeni yüzyıla girerken köyden kente göç artarak devam etmekte, ancak yeni gelenler üretime dahil edilmek yerine, tüketimin atık ve artıkları olan çöplerle uğraşan "çöp-adamlara" dönüşmektedirler (207). Yirmi birinci yüzyılın başında, Latife Tekin'in çeyrek yüzyıl önceki "çöp" masallarından 3 farklı olarak, artık çöplerin içinden yeni bir hayatın doğması olanağı yoktur; tersine çöplerin içinden "devasız bir salgın," başkentin ve uygarlığın sonunu getirecek ölüm türeyecektir (256).
Ütopya olarak adlandırılabilecek kusursuz bir düzen ve toplum yaratma düşüyle yola çıkmış olan Güneş ve kuşağının, kendilerini, tüm toplumsal bağların çözüldüğü buyurgan ve baskıcı bir düzen, yani bir karşı-ütopya içinde bulmaları, yaşamaktan kaçamadıkları bir çelişkidir ve karakterlerden her biri bu çelişkiyle kendilerince baş etmeye çalışır. Kimi yeni düzenle uzlaşırken, kimi de tepkilerini yatıştırıp acısını uyuşturacak farklı yöntemler geliştirir. Güneş'in aşamalı bir değişim sonucunda kendini içinde bulduğu bu karanlık dünyaya nihaî tepkisi, "çürümeye durmuş bir dünya" ve artık tanınmaz hale gelerek "çöp yığınları arasında kokuşan şehri" terk etme kararı almasıdır (192;197). Güneş Saygılı'nın hayat yolculuğu, ne yazık ki onu ışıklı bir ütopya düşünden kapkaranlık bir distopya gerçeğine taşımıştır. Kendini içinde bulduğu dünya, özgürlüklerin yok edildiği, baskıcı bir düzenin hüküm sürdüğü, cehennemden farksız bir kara-ütopya dünyasıdır.
Yazarın Dağın Öteki Yüzü'nde ortaya koyduğu zaman algısı, son romanını çözümlemede anahtar bir işlev yüklenir. Dağın Öteki Yüzü'nde yüzyıl, "kocaman bir yay" çizerek "başa" döner; çünkü "Zaman asla döngüyü kapatmaz; zaman sarmallarla akar. . ." (280). Yirminci yüzyılın sonu, çöküşü, çözülmeyi işaret etse de, bu çözülmenin içinden yaşamın doğacağı savlanır: "Yüzyıl bitiminde uygarlığın yabanıl alaşımı milyonlarca atomun, milyarlarca elektronun çözülmenin ritmiyle fokurdadığı, yaşama gebe ölümcül bir bulamaç. . . Işık düşecek bu cehennem sıvısına ve... Mucize!... Milyarlarca yıl önce yaşam da ... böyle doğmadı mı?" (279)4 Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı da "uygarlığın yabanıl alaşımı[nı]" patlatarak geride yeni başlangıçlara ve "yaşama gebe" bir karışım bırakır (279).
Atasü'nün ilk romanı Dağın Öteki Yüzü, mecazi anlamda dağın öteki yüzüne, inişe ve çöküşe işaret etmekle birlikte, nihaî olarak geleceğe dönük umutlu bir bakışla, yaşamı onaylayarak sonlanırken, Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı'nda zamanın ve mekânın tükendiği, dolayısıyla umudun tümden yok olduğu bir noktada sonlanır roman. İki anlatının ortaya koyduğu gelecek tasarımlarının farkı çarpıcıdır. Dağın Öteki Yüzü, yaşamı ve ölümü süreklilik motifi ile birbirine örerken, sürekliliğin içindeki hasar ve kırılmaların "coşkuyla onarılabildiğini" düşünür (281). Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı ise yarattığı kara ütopyanın dehşetiyle, varılan noktanın vahametine dikkat çekerek umut ve gelecek öngörülerimizin yeniden gözden geçirilmesini dayatır. Bununla birlikte, Dağın Öteki Yüzü'yle organik bağları çerçevesinde, Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı, bir umutsuzluk ve yok oluş anlatısından ziyade, mevcut olanı imha ederek yeni başlangıçlara yer açan, böylece alternatif ve bütünsel yeni projelerin üretilmesinin de önünü açmayı amaçlayan bir metin olarak okunmayı hak eder.
Atasü'nün son romanı Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı, yaslandığı ve beslendiği yazınsal gelenekler açısından zengin, kusursuz duru dili, etkili mecaz ve simgeleri, sağlam kurgusuyla edebî değeri tartışılmaz bir eser olarak Atasü'nün yazarlığında bir dönüm noktasıdır. Bunun ötesinde, bugün hep birlikte işgal ettiğimiz anın tıkanmışlığında, geleceğe dair öngörüleri ve örtük önerileriyle, düşünsel ve kuramsal anlamda da kesinlikle tartışılması gereken ve bu şekilde geleceğe dönük alternatif tasarımların oluşumuna katkıda bulunabilecek önemli bir romandır.
_________________________________________________
1 Dağın Öteki Yüzü (1995) İstanbul: Remzi Kitabevi, 1997. Dağın Öteki Yüzü'nden yapılan alıntılarda bu baskı kullanılmıştır.
2 Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı. İstanbul: Everest Yayınları, 2011.
3 Tekin, Latife. Berci Kristin Çöp Masalları (1984) İstanbul: Everest Yayınları, 2003.
4 İtalikler bana aittir ve vurgulama amaçlı kullanılmışlardır.
*Prof.Dr., Ege Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı,Erendiz Atasü,Everest yayınları, İst., 2011, 291 sayfa