Ayşegül Yüksel

KURMACA İLE GERÇEĞİN BULUŞTUĞU NOKTADA GEÇMİŞ VE ŞİMDİ İLE HESAPLAŞMA: ERENDİZ ATASÜ'DEN "DAĞIN ÖTEKİ YÜZÜ"

Ayşegül Yüksel

Erendiz Atasü'nün "öyküyle roman arasında gezinen bir anlatı" olarak tanımladığı Dağın Öteki Yüzü başlıklı yapıtı, Türkiye'nin toplumsal-politik-ideolojik serüveni içinde yer alan somut tarihsel gerçeklerle 'ben-anlatıcı'nın içsel yaşantısı arasında oluşmuş anlam katmanlarında dolaşan, çok düzlemli bir kurmaca örüntüsü sergiler. Bu örüntü içinde, çeşitli dramatik aşamalardan geçerken, Türk toplumunun ekonomik-politik-ideolojik yaşantısını da etkileyen dünyanın son yüzyılının izdüşümleri de yer alır.

Yazar, Osmanlı dünyasından Türkiye Cumhuriyeti'ne geçen toplumun yapıtta dile getirilen aşamaları bağlamında sık sık tarih düşürür. Kişilerin doğum ve ölüm tarihleri de titizlikle belirlenmiştir. Yapıtta, belirli bir kurmaca kişinin belirli duygularının ya da eyleminin, yalnızca içinde yaşadığı tarihsel dönemin somut gerçekleriyle örtüşmesi değil, aynı zamanda simgelediği kuşağın geleceğe uzanan düşün-sel-duygusal oluşumunu yansıtması da öngörülür.

Yazarın kurmuş olduğu çok eklemli roman düzeneği içinde yer alan anlatı birimleri zaman sırası içinde -doğrusal yönde- gelişmez. Uzak geçmişten yakın geçmişe, bugünden yakın ya da uzak geçmişe atılmış, 'ben-anlatıcı'nın içsel serüveniyle içice oluşan incecik ilmeklerle örülmüştür. Yazarın amacı, tarihsel malzemeyi romanına gerçeklik sağlayacak bir çerçeve malzeme olarak kullanmak değil, kurmaca malzemesi olarak kullandığı kişiler yoluyla, 20. yüzyıl Türkiyesi'nin tarihsel-toplumsal-politik serüvenini ve bu serüven içinde yer almış kuşakların konumunu irdelemek, bu yolla 'ben anlatıcı'nın 1990'lar ortamında sergilediği duyarlığa ışık tutmaktır.

Atasü'nün yüzyılın başından bugüne uzanan kuşaklan simgeleyen başkişileri kentli bir -ailenin bireyleri arasından seçilir. Savaş nedeniyle zorunlu olarak Selanik'ten Anadolu'ya göç etmiş (ilk kuşak) ailenin ikinci kuşak bireyleri genç Türkiye Cumhuriyeti'nin öğretmen ve subaylarıdır. Üçüncü kuşağın (1940'lı yıllarda doğanların) temsilcisi olan 'ben-anlatıcı' ise üniversite öğretim üyesidir. Böylece yapıtın özü "aydın" gözüyle çizilmiş, "aydın kişi"nin kendisiyle, toplumuyla ve dünyayla hesaplaşmasıyla çevrelenmiş bir yaşantılar bütünü içine yerleştirilmiştir.

Yazar, bilinçli seçimlerle bir araya getirdiği kurmaca kişilerini -yaşadıkları döneme ve simgeledikleri kuşağa özgü- "tipik" toplumsal özellikleriyle yakalamış, sonra her birine kattığı bireysellikle onlara psikolojik derinlik kazandırmış, böylece onları Türkiye Cumhuriyeti tarihinin çeşitli aşamalarında gerçekten yaşamış olmaları olası insanlara dönüştürmüştür. Eğer 'ben-anlatıcı'yla aynı kuşaktansanız ve kentli bir aileden geliyorsanız- yapıtın on dolayındaki kurmaca kişisinin çoğuyla çağrışımsal bir akrabalık kurabilirsiniz. Sanki yazar sizin anılarınızı yazmışçasına soluk soluğa koşarsınız sayfadan sayfaya. (Ben böyle okudum Dağın Öteki Yüzü'nü.)

Yapıtta "kadın" bakış açısı egemen kılınmıştır: Türkiye'nin 20. yüzyılında yaşanmış tarihsel-toplumsal serüven, bugünün Türkiye'sinde yaşayan 'ben-anlatıcı'nın kadın duyarlığının süzgecinden geçirilerek dile gelir.

Yapıt üç ayn katmandan oluşan bir yapı üstüne kurulmuştur. Erendiz Atasü'nün gerçek kimliğini yansıttığı "Sunuş", anlatının ilk ve son yirmişer sayfasını oluşturan ve "ben-anlatıcı"nın içsel serüvenini dile getiren "Masumiyetin Son On Yılı", "Dalga" (s. 27-48) ve "Kızıma Günce" (s. 261-281) bölümleri ve yapıtın merkezinde yer alan, ikiyüz sayfa uzunluğundaki "Kemalistler" bölümünün içerdiği dokuz anlatı birimi. Yapıtın "romansı" bütünlüğünün temel göstergelerinden biri, yazarın bu üç anlatım düzlemini belirleyen başlıklara eklediği üstbaşlıklardır.

İlk Anlatım Düzlemi

Yazar Atasü yapıta "Okura Mektup" üstbaşlığını taşıyan "Sunuş" yazısıyla girer. Bu bölümde Erendiz Atasü kimliği içinde okurunu bilgilendirir. Annesinin ölümünden sonra okuduğu eski mektuplar yoluyla yaşamının önemli bölümünü paylaştığı bir önceki kuşağın duyarlığını, duygu, düşünce ve davranış biçimlerini çok daha iyi anlayabildiğini, yapıtında ailesinden esinlenerek çizdiği kişilerin kurmaca olduğunu, yapıtta yer alan olayların "kurmaca" olma ya da "gerçek"! yansıtma düzeyini, hangi açıklama ya da bölümlerin doğrudan doğruya belgelere dayandırıldığım titizlikle belirler ve okuru yapıtla başbaşa bırakır.

Yazarın kimliği bir de yapıtın sonunda yer alan ve -yapıtta kullanılmış- bugünkü genç kuşağa yabancı gelen sözcüklerin günümüz Türkçesindeki karşılıklarının verildiği "Sözlük" bölümünde belirgindir. Yazar dil kullanımında tarihsel gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı kalmamış, ancak, belirli bir dönemin duyarlığını dile getirmek için, eski dilsel kullanımlara da başvurmuştur. Sunuş ve Sözlük bölümleri yapıtın organik bir parçasıdır ve tüm bölümleri çerçeveleyen ilk anlam katmanını oluşturur: kurmaca olmasına karşın pek çok yanıyla da belgesel nitelikli bir anlatı vardır karşımızda. Anlatı metnine böylece önceden oluşturulmuş bir uzak bakış açısıyla yaklaşılacaktır.

Kurmaca dünyasına ikinci anlatım düzleminde girilir. Bu anlatı düzlemi, yapıtın "Masumiyetin Son On Yılı" ve "Dalga" başlıklarını taşıyan ilk iki anlatı birimiyle başlar, yapıtın sonunda yer alan, "Kızıma Günce" başlıklı son anlatı birimiyle buluşur, ilk iki anlatı birimi "Özgürlüğe Doğru..." ve "Açık denize doğru... Anımsayış ve düşlem..." üstbaşlıklarını taşımakta ve yapıtın son anlatı biriminin "Bir başka kıyıda" üstbaşlığıyla örtüşmektedir. 'Ben-anlatıcı'nın yaşantılarının egemen olduğu ikinci anlatım düzleminde, düşünsel ve tinsel özgürlüğe kavuşma yolunda imgesel boyutta "denize açılan" orta yaşlı kadın kahramanın "bir başka kıyı"ya ulaşmayı başardığı görülür. 'Ben-anlatıcı'nın "şimdi"de yaşadığı içsel serüveni başlatıp noktalayan bu çerçeve öykü Atasü'nün yapıtına roman özelliği kazandıran organik bütünlüğü sağlar. Çünkü 'ben-anlatıcı'nın "açık deniz"deki serüvenini noktalayıp "bir başka kıyı"ya ulaşabilmesindeki temel etken, yapıtın "Kemalistler" başlıklı uzun bölümünün üstbaşlığını oluşturan eyleme girişmesi, bir başka deyişle, "Mazi adaları..."na uğrayıp "Eski fotoğraflar ve mektuplar... "m içerdiği geçmişin duyarlığına ulaşmış olmasıdır. Kısacası, "Kemalistler" başlığı altında toplanmış dokuz anlatıda yaşananların gerçeğine...

"Kemalistler" bölümü yapıtın üçüncü anlatım düzlemini oluşturur. Ben-anlatıcı çoğu yerde 'tanrısal-anlatıcı'ya dönüşmüştür. Zaman zaman anlatıdaki karakterlerin iç konuşmalarının devreye girdiği, 'ben-anlatıcı'nın da kısacık tümcelerle ya da uzun uzadıya bireysel tepkisini duyurduğu bu üçüncü anlam katmanında yer alan dokuz anlatı, 'ben-anlatıcı'nın ailesinin bireylerine, Sunuş'ta yapıtın en kurmaca kişisi olduğu belirtilen Nefise'ye ve yapıtın en gerçek kişisi olan Mustafa Kemal'e ilişkindir. 'Ben-anlatıcı'nın bakış açısından dile gelen ikinci anlatım düzlemini değerlendirebilmek için, önce "Kemalistler" başlığını taşıyan üçüncü anlatım düzlemini değerlendirmek gerekir.

Üçüncü Anlatım Düzlemi: "Kemalistler"

"Kemalistler" bölümü 'ben-anlatıcı'nın annesi, 1910 doğumlu Vicdan'ın İngiliz Dili ve Edebiyatı eğitimi görmek üzere 1929'da devlet tarafından burslu olarak İngiltere'ye yollanmasıyla başlar ("Vicdan ile Nefise"); Atatürk'ün, "unutma" rahatlığından yoksun beyninde taşıdığı "önder" sorumluluğunun ağırlığına, iki yüzyılın hırpaladığı yorgun bedeninin de tepki vermeye başladığı 1935 yılında noktalanır Dağın Öteki Yüzü. Bu iki anlatı biriminin arasında yer alan yedi anlatıda, roman kişilerinin öyküleri sürekli bir "çağrışımlar zinciri" içinde, 1929'dan önceki yıllara uzanır, 50'li, 60'lı yılların içinden geçerek 70'li yılların ortalarına dek ulaşır, 1980'leri aşıp 1990'lann ilk yarısında noktalanır. "Kemalistler" bölümünün başkişisi Vicdan'dır. Cumhuriyet döneminde yetişmiş ilk kadın kuşağının en parlak temsilcilerinden... "Kemalistler" bölümü içinde, Vicdanın erkek kardeşleri Reha'nın, Burhan'm, Cumhur'un ve Vicdan'ın eşi, 'ben-anlatıcı'nın babası Raik'in öyküleri de anlatılacaktır, ama Vicdan'ın (hem temsil ettiği kuşağa, hem de kendisine özgü) kadın duyarlığı tüm öyküleri sarıp sarmalayacaktır. 'Ben-anlatıcı'nın ikinci anlatım düzleminde dile getirdiği kadın duyarlığıyla eytişimsel bir ilişki içinde olan bu duyarlık, ikinci ve üçüncü anlatım düzlemlerini buluşturan en temel etkendir.

Vicdan'ın, Reha'nın, Burhan'ın, Nefise'nin ve Raik'in simgelediği kuşağı (Cumhuriyet'in ilk çocuklarını) değerlendirebilmenin önkoşulu onların çocukluk deneyimlerini de barındıran, bir önceki kuşağın konumuna bakmaktır. "Kemalistler" bölümünde yer alan ilk (ve en uzun) anlatı olan "Vicdan ile Nefise"de Vicdan'ı Vicdan yapan "geçmiş", Vicdan’ın annesi Fitnat Hanım odak noktası alınarak anlatılır.

Padişah yaveri Miralay Hakkı Bey'in kızı, Balkan Gazisi Miralay Hayreddin Bey'in eşi Fitnat Hanım, Balkan Har-bi'ni, Cihan Harbi'ni, Milli Mücadele'yi görmüş, minicik çocuklarıyla yaşadığı zorunlu göçün acısına, Selanik'ten gelerek yerleştikleri Anadolu kasabasında Türk subaylarını toplayan işgalci "palikaryalar"a ihbar edilen kocasının, "darb izlerinden" mi "onur yarası"ndan mı geldiği hiçbir zaman bilinemeyecek ölümünün (1920) ve yoksul, sahipsiz kalan ailenin işgal altındaki İstanbul'da işgal kuvvetleriyle uyum kurmuş varlıklı "ağabey"in evinde sığıntı olarak yaşadığı günlerin acısını da katmış, güçlü ama yine de herhangi bir kadın ya da annenin tüm olağan kaygı, tepki ve özlemlerini yaşamayı da sürdürmüş, kahırlı bir kadın... Hayreddin Bey'den olma Selanik doğumlu üç çocuğunu yaşatabilmek için bir kez daha evlenmiş, yaşları birbirine çok yakın olan Vicdan, Reha ve Burhan'dan yıllar sonra Cumhur'u doğurmuş. Dört çocuğu da Mustafa Kemal'in kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'ne hizmet edecek; bir öğretmen, üç subay...

1. Birinci ve Dokuzuncu Anlatı Birimleri: Cumhuriyet'in Kaygılarla İçice Geçmiş Umut Serüveni

"Kemalistler" bölümünün ilk ve en uzun anlatı birimini oluşturan "Vicdan ile Nefise" Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğini kuracak eğitim ordusunun çekirdeğini oluşturmak üzere Kurtuluş Savaşı yetimlerinin en çalışkan ve başarılan arasından seçilerek eğitim görmek için İngiltere'ye gönderilmiş bir grup gençten ikisini tanıtıyor okura. (Vicdan yurda döndükten sonra Atatürk'ün huzuruna çağrılacak. ("Kalbimizin ızdırabını yurt sevgisine inkılab ettirmeye mecburuz, çocuğum" -s. 109).

Vicdan ile Nefise, çocukluklarında uykuya aç karınla yat-" manın ne demek olduğunu öğrenmiş iki genç kız, Vicdan ile Nefise, artık Büyük Savaş'ta düşmanları olan Britanya İmparatorluğu'nun Cambridge (doğrusu Oxford) Üniversitesi'nde zarif batılı giysiler içinde hem öğrenim görüyorlar, hem de genç Türkiye Cumhuriyeti'ni övünçle temsil ediyorlar. (Dünya nasıl da değişiyor!) (Yıllar sonra, Vicdan'a "Milletlerden asla nefret etmeyiniz, çocuğum" diyecek Mustafa Kemal Paşa. "Bizim düşmanımız, milletler değil, siyasetlerdir" -s. 69-70).

Kemalizme yürekten bağlı bu iki idealist genç kızın işi' zor. Aynı grupla gelen bir başka genç kız bir süre sonra denize bırakıvermiş kendini yüksek kayalardan aşağıya atlayıp... (Kadın intihan olgusu ağırlıklı bir "yan-örge" olarak ikinci anlatım düzleminde sık sık karşımıza çıkacak.) Vicdan ile Nefise sevme ve sevilme yaşındalar. Çevrelerinde dolanan İngiliz delikanlılarla yakın bir ilişkiye girmeleri söz konusu değil. Nefise, Vicdan'a oranla çok daha ilgili bireysel ilişkilerle. Esmer, sıcakkanlı, kösnül bir Anadolu kızı. Yaşama daha büyük bir açlıkla sarılıyor. Flört ediyor, küçük oyunlar oynuyor delikanlılara. Gülüyor, kızıyor, kıskanıyor. Vicdanı çok sevmesine karşın, arkadaşına küçük kazıklar atıyor. ("Kemalistler" başlığı altındaki öteki anlatılarda ve 'ben-anlatıcı'nın içsel serüveninin dile geldiği ikinci anlatım düzleminde de sık sık dile geliyor Nefise. Vicdan'a duyduğu yürekten sevgiyle, onu kıskanışıyla, onu atlatışıyla, onun nişanlısından hoşlanmasıyla, yaşamı tüm düşünselliği ve bedenselliğiyle kucaklayışıyla, Vicdan'ın yaşamındaki en sevgili kız arkadaş oluşuyla, kısacık yazgı çizgisiyle...) Vicdan'ın tam tersi...

Vicdan'ı tanımlayan anahtar sözcük ise "sakınım". (Kızı 'ben-anlatıcı'nın tanısı.) Vicdan'ın duygu, düşünce ve davranışlarını Kemalizme olan inancı ve bu doğrultudaki görev bilinci belirler. Vicdan yaşamı boyunca dünyayı sağlam ilkelerinin süzgecinden geçirerek algılar. "Kırılgan" bir incelikle sarılıp sarmalanmış, sevecenliğini dinginlikle, sevgilerini akılla, batılı kadınsı zarafetini sadelikle dengelemiş, duygusallığını onurlu bir düzeyde taşımış, bedeninden çok aklıyla özdeşleşmiş, bu nedenle de -belki- yaşamını sere-serpe yaşayamamış, bundan da hiç gocunmamış, devletin ona verdiğini, toplumuna yüzlerce eğitimli genç kazandırarak kat kat ödemiş, "özel" bir insan...

Nefise'yle birlikte kaldıkları evin sahibi Miss Meadovv;; kızların duvarlanna astıkları Atatürk resmiyle Isa figürünü "yalnızlık" ortak paydasında buluşturuyor... Ama farklılar. "Fotoğraftaki adam gözlerini ileriye dikmiş, zamanın ötesine, neredeyse umutsuz bir bakışla!... 'Büyük adamlar görebiliyor... Yalnız yarını değil, öbür günü de. Onun için umutlan bile umarsız...' " Oysa Isa, "yeryüzünü özümsemenin umutsuz hüznüyle ve sonsuz bir teslimiyetle" yukarıya, gökyüzüne bakar, "babasına doğru" s. 87).

iki arkadaşın 1932 yazında gidip bir tatil süresince yaşadıkları Berlin'deki deneyimleri "Vicdan ile Nefise" başlıklı anlatının önemli bir bölümünü kapsıyor, iki genç kız Almanya'da Nazizm'in önlenemez yükselişine birinci elden tanık oluyorlar, ilk Büyük Savaş'taki yenilgisinin onursuz-laştırdığı, yakılıp yıkılmış (Osmanlı'nın müttefiki) Almanya, bir de dünyayı saran ekonomik bunalımın sillesini yiyince kolayca takılmış peşine Adolf Hitler'in. ("... düşmanımız milletler değil, siyasetlerdir...")

"Vicdan ile Nefise" Türkiye'nin ikinci Büyük Savaş'ın neredeyse eşiğine geldiği günlerde noktalanıyor. Savaş'ın başladığı l Eylül 1939 gecesi, Vicdan ve Raik Karadeniz'de yol alan bir Türk gemisinde komparsita ile dans ediyorlar. Raik isteksiz, rugan papuçlan ayaklarını sıkıyor, ama karısını kırmak istemiyor. Ve savaş haberi bomba gibi patlıyor... "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" ilkesini benimseyip "batılı" (monden) yaşam biçimine geçmiş (geçmeye çalışan) bir ulusun çocukları bir kez daha savaşın gözdağı altında...

Reha ve Burhan zaten asker, Raik ikinci kez askere alınacak. Atatürk ikinci Dünya Savaşı'nın başladığını görmedi. Nefise de sonunu göremeyecek. (Ama İngiltere'deyken neredeyse gönül verdiği Britanya imparatorluğu subayı -dokuz yüzyıl boyunca ülkesi hiç işgal edilmemiş olan- Ted, "Londra'nın yansını yok eden bombardımanda kansının ve iki oğlunun öldüğünü okuduğunda" (s. 96) ilk kez anlayacak insanın ülkesinin saldırıya uğramasının ne demek olduğunu...)

ikinci Dünya Savaşı'nın tüm hızıyla sürdüğü yıllarda Nâzım Hikmet'in aklından ve yüreğinden dökülen o akıl almaz güzellikteki "Kuvayı Milliye Destanı"nı ise ne Atatürk okuyabilecek, ne de Nefise...

"Kemalistler" bölümünün dokuzuncu ve son anlatısı olan Dağın Öteki Yüzü, "Vicdan ile Nefise" anlatı biriminde dile gelen, genç Türkiye'nin "kaygılarla içice geçmiş umut" serüvenine Mustafa Kemal'in duyarlığıyla eğilir. Böylece üçüncü anlatım düzleminin ilk ve son anlatı birimleri, arada yer alan yedi anlatı birimini sarmalayan bir kuşak oluşturmaktadır. Atatürk hastalığının başlangıcındadır. Yepyeni bir Türkiye yaratma adına "yazgısını sonuna dek izlemiş, başarmış, başarının bedelini ödemiş"tir; "sevincin yitimi"yle ödenmiş b.ir bedel... (s. 255) Oysa hiçbir şey tam yolunda değildir. Atatürk, "Siyasayı fertlerle yüzyüze gelip uygulayanlarla arasındaki kişilik boşluklarını acıyla farkedi-yor." (s. 256) Anadolu'nun doğusunda bunalıma yol açabilecek kıpırtılar başlamış; Atatürk "1929 Mali Krizi'nden beri, 20. yüzyılda dünya barışının sağlanabileceğine dair tüm umutlarını yitirmiş." (s. 254) "Türkiye'nin geleceği tasarlanmalı... Türkiye'nin geleceği henüz teminat altında değil..." (s. 252) Tek teminat yeni yetişen gençler belki de. Vicdan gibiler. Onların çocukları O'nu anlayacak ve sevecekler... (s. 257) Bir an için, fotoğrafında Miss MeadoVun bile ayrımsadığı yalnızlığından sıyrılıyor Atatürk. Sağ tarafındaki ağrıyı farketmez oluyor.

2. İkinci ve Sekizinci Anlatı Birimleri: 1935 Yazında

"Kemalistler" bölümünün ilk anlam kuşağının sarıp sarmaladığı ikinci ve sekizinci anlatı birimleri de bir başka anlam kuşağı oluşturur. "Dorukta" (s. 103-119) ve "Bursa'da Zaman" (s. 227-244) başlığını taşıyan bu anlatı birimleri Uludağ'ın tepesinde ve eteklerinde aynı anda yaşanan karşıt duyarlıkları dile getirir.

"Dorukta", umutsuz olduğu sanılan bağımsızlık savaşından yengiyle çıkmış, geç de olsa aydınlanma devrimini yapmış bir toplumun tarihsel süreç içindeki en "mutlu" döneminden bir kesit veriyor. 1935 yazı... Vicdan (irlanda keteninden beyaz döpiyes giymiş, başında geniş kenarlı şapka, ayaklarında topuklu iskarpinler), iki erkek kardeşi Reha ve Burhan, Uludağ'da bir doruğa tırmanıyorlar. Vicdan İngiltere'den diplomasını almış, Ata'nın huzuruna çıkmış, çok sevdiği (riyaziye öğretmeni) Raik'le nişanlı, tüm dünyayı ayaklarının altında duyan bir öğretmen adayı. Reha ve Burhan geleceğe ablaları gibi umutla bakan pırıl pırıl iki genç subay.

'Ben-tanrısal anlatıcı', Anadolu'nun anatanrıçası Kibele'ye övünçle sesleniyor bu mutluluk, dinginlik anında. Denizlerin henüz mavi, göğün ve havanın henüz pırıl pırıl olduğu, Cumhuriyet'in onuncu yılının coşkuyla aşıldığı, Ata'nın ve Nefise'nin yaşamakta olduğu günler... Üç kardeş, o gün dorukta bir ağızdan bir Rumeli türküsü tutturuyor. (Vicdan "hemşehrisi", Selanik doğumlu Mustafa Kemal'i anımsıyor.)

Sekizinci anlatı birimi "Bursa'da Zaman"ın kahramanı Raik ise, o anda (ikinci anlatı biriminde) "dorukta" olan nişanlısı ve onun kardeşlerinin duydukları ve düşündüklerine karşıt bir duyarlık içinde. 1935 yılı Türkiye'si bu anlatı biriminde farklı bir bakış açısından algılanıyor.

Raik nişanlısı ve onun erkek kardeşleriyle Uludağ'a çıkmamış. Bursa Hapishanesi'nde bolşeviklikten yatan amca-oğlunu ziyaret edecek. (Bunu bir tek Vicdan biliyor.) Uludağ'ın eteklerinde cezaevinin avlusuna bakan kahvede bir yıl önce orada yatmakta olan koca şair Nâzım Hikmet'i anıyor. Bolşeviklik toplumun gündeminde. Gazi Paşa'ya gönülden inanmış bir dolu ateşli genç (amcaoğlu tipik bir örnek) enternasyonel proletarya hareketine de gönül vermiş. Atatürk'ün "milli burjuvazi" yaratma düşüncesine katılmıyorlar. "Burjuvazi güçlenmeye görsün; kendisine ucuz emek gücü sağlayan köylülerin medenileşmesine niçin katlansın? Bir yolunu bulup aydınlanmayı bastıracak! Anadolu ihtilali sanayileşmeyi burjuvaziden bekliyorsa, bindiği dalı kesiyor." (s. 235)

Raik ise Stalin yoldaşa güvenmiyor. Almanya'daki Nasyonal Sosyalist hareketin felaket getireceğini biliyor. Nazizm karşısında eriyen Alman işçi sınıfına da inanmıyor. Stalin Nazi'lerle iyi geçinme yolunda "ilk işçi devletinin ayakta kalması için çabalıyor Stalin." (s. 231) Raik'e göre enternasyonel komünizm düşü bitmiş...

Raik Trabzon'lu. Birinci Dünya Savaşı'nda Çar orduları Trabzon'u işgal edince on yaşlarındaki Raik, küçük kardeşi, annesi ve babası bir sandalla kaçmışlar babaocağından. iki büyük ağabeyi Sankamış'ta Enver Paşa'nın kırdırdığı orduyla yokolmuş; küçük ağabey Milli Mücadele'ye katılmış. Trabzon'dan uzakta geçen, yoksunluk ve yoksulluklarla dolu dönemde baba yitip gitmiş, anne direnmiş, kente geri döndükleri güne dek. Annesinin, yokluklarında evlerine yerleşmiş zavallı bir aileyi kovarken gösterdiği acımasızlık Raik'i sarsmış, "insan" denen varlık korkutucu olabiliyor. Raik Trabzon'u ve Trabzon'un insanlarını "ölüme ter-keden-leri asla affetmeyecek... Cehaleti, yobazlığı ve 'kapitalizmin' kahrolası 'emperyalizmini'!" (s. 231)

Raik, parasız yatılı okuyup, muallim mektebinden riyaziye öğretmeni olarak çıktığında, çocukluğunun duygusallığından kurtulmuş, "cehalet", "yobazlık" ve "emperyalizm"in karşısındaki kesin tavrı yaşama ve düşünme biçiminin vazgeçilmez bir parçası olmuş. Ancak, amcaoğluna da katılamıyor. Sanayinin gelişmediği bir ülkede proletarya yaratmanın uzun zaman alacağım düşünüyor. Gazi Paşa'nın kurduğu eğitim ordusunun elinde yetişmekte olan öğrenciler -yavaş da olsa- kendilerini aşma yolunda mucize yaratırken, uzun yıllar boyunca bir acıdan bir başka acıya sürüklenmiş olan kahırlı toplum kimliğini bulma yolunda sağlam adımlarla ilerliyorken, "niçin yeni bilinmezliklere, bolşevikliğe açılsın?" (s. 235)

Yine de adı "Moskof Şair"e çıkmış Nâzım'ın dizeleri Raik'i, Vicdan'ı, subay olmasına karşın Burhan'ı, dahası -kork-sa da- Fitnat Hanım'ı da büyülüyor. 1935 yazı Türkiye düzeyinde karmaşık ve birbirine karşıt duygu ve düşüncelerin yaşandığı bir dönem. Geleceğin Türkiye'ye neler getireceği belirsiz.

Erendiz Atasü, "Kemalistler" bölümünü içice oluşturduğu iki anlam kuşağıyla sarıp sarmaladıktan sonra, bölümün ortasında yer alan beş anlatı biriminde, "geleceğin" Türkiye'ye neler getirdiğini, kişilerinin bireysel yazgılarının izini sürerek gösterir.

3. Ortadaki Beş Anlatı Birimi: Dünden Bugüne İzi Sürülen Toplumsal Yazgı/Bireysel Yazgılar

Atasü, yapıtında yaptığı çeşitli düzlemlerdeki bölümlemelerin tam ortasında ardarda yer alan beş anlatı biriminde -"Kemalistler" bölümünün başını ve sonunu "çifte bakışımlı" bir yaklaşımla birbirine bağladığı iki anlam kuşağında dile gelen "zaman"ı yaklaşık olarak Atatürk'ün yaşamakta olduğu dönemle sınırlamışken- "aile"nin Vicdan dışındaki kişilerinin öykülerini hızla dünden bugüne ulaştırır ve noktalar.

"Şerefli Bir Subay" başlığını taşıyan üçüncü anlatı birimi Kürt İsyanı'na karşı 1937'de düzenlenen Dersim Harekatı'yla başlar. Kardeşin kardeşe silah doğrulttuğu bir hüzün öyküsü. Bu anlatıda başkişi Reha'dır. Çocuk yaşında ana kucağından alınıp Kuleli Askeri Lisesi'nin soğuk ve loş koridorlarında yalnızlığı öğrenmiş; kardeşi Burhan'ın tersine, subay olmayı belki de hiç istememiş. Belki bundan kadınlara düşkünlüğü...

İşte şimdi ülkenin karlar altına gömülmüş bir uzak yöresinde öldürmeye yazgılı. Korkunç bir deneyim yaşıyor. Aldığı ilk (kimse bilmiyor, 'ben-tanrısal anlatıcı'dan başka) onur yarası... Uzun yıllar -mesleğini omuzlarında zorunlu bir yük gibi iddiasızca taşıdıktan- sonra 1960'ta emekli edilip gönlü kırık Eminsu'lara katıldığında bile, 1937 yılını ve tüm yaşamını karabasana döndüren bir çift siyah gözün, üstüne dikilmiş bakışları silinmeyecek belleğinden. Bir kuşak sonra doğmuş olsaydı, hippilerin "savaşma seviş" sloganı kişiliğine tıpatıp oturacaktı belki de. Ne yazık ki Reha sevişmeyi seçmiş ama savaşmak zorunda kalmıştı. Zorunlu koşullar içinde yitip gitmiş bir Cumhuriyet çocuğu...

"Yanlışlık" başlıklı dördüncü anlatı 1970'te geçiyor. Burhan ağabeyinin dramatik ölümünü kabullenemiyor. Yengesinden bile kuşkulanıyor. Burhan çoktan emekli olmuş kendi isteğiyle. Hukuk Fakültesi'ni bitirip hırslı bir avukat olmuş, iki kardeş Dersim'deyken ve Reha içinde bulunduğu koşulların tüm dehşetini yaşamışken, soğukkanlılığı, disiplini, akılcılığı ve yönetici zekasıyla üstün subay nitelikleri sergileyen Burhan, nasıl olur da sivil yaşamı seçer? Burhan 1960'ların ve sonrasının "yükselen değerler"ini benimsemiş. Artık İstanbul'a yerleşmiş, servet sahibi bir adam. Reha'nın dramı iki ahlatı boyunca kovalanırken Burhan'ın yaşadığı değişimin de izi sürülüyor.

"Yanlışlık" öyküsünde aynı zamanda 1970 yılından geriye bakıyoruz. Vicdan yüzlerce öğretmen yetiştirmiş ve emekliliğe ulaşmış. Eşi Raik'i yitirmiş ve sürekli bir yasa bürünmüş. Kızı (ben-anlatıcı) büyümüş, yüreğini aşk acıları bürümüş. Vicdan'ın başka babadan olma küçük erkek kardeşi Cumhur Kore'de gazi olmuş. Anneanne Fitnat Hanım da göçmüş bu dünyadan. Otuzbeş yıl öncesinin "doruk"taki mutluluğuna, aile içinde ve tüm toplumda paylaşılan ülkülere ve umutlara, sevgiye ve dayanışmaya ne oldu? 1970 yılı "aile"nin bireylerinin birbirlerinden kopuşunun iyice somutlandığı dönem.

"Kemalistler" başlığı altındaki beşinci anlatıda ("Gazi") ise 1950'lere geri dönüyoruz. Yapıtın başından bu yana çok az değinilen, başka babadan olma küçük erkek kardeş Cumhur'un öyküsü bu anlatıda baştan sona ayrıntılı olarak dile geliyor. Ancak, yazarın odak noktası, Cumhur olduğu kadar, Kore Savaşı, dünya ve Türkiye...

Dünya, ikinci Büyük Savaşı geride bırakıp Soğuk Savaş dönemine girmiş. Türkiye kapitalist Batı blokunda, Demir Perde gerisindeki ülkelerin karşısında yer almış. Nato'da, Batı'nın Ortadoğu'daki sadık bekçisi olarak görev yapıyor. (Kurtuluş Savaşı'nın diyeti Batı'ya ödenmeli... s. 149) Türkiye ne kapitalist, ne de komünist. Ancak, ülke düzeyinde komünizm düşmanlığı kol geziyor. (Sabahattin Ali'yi sınırda vuruyorlar. "Kuvayı Milliye Destanı"nın ozanı bir daha dönmemecesine terketmek zorunda kalıyor anayurdunu.)

İkiye bölünmüş dünyada, atom bombası yoluyla işlenen insanlık suçu unutturulmak istercesine, komünizm "öcü"sü bilinçlere yerleştiriliyor. Dünya düzeyinde komünist avı: Rosenbergler ölmeli! Medya tik Batı blokunda anti-komûnist çığlıklar sürüp giderken, suskun Doğu blokunda komünizmden sapmaya yönelik eylemleri amansızca ezme eylemleri. 1953'te Kore Savaşı başlıyor... (Cumhur Üsteğmen Kore'de savaşacak. Kuzey Koreli ve Çinli komünistlere karşı.

Raik, çocukluğunda Trabzon'u işgal eden Çar ordularını nasıl unutamamışsa, Cumhur da Sovyet İhtilali'nin orağıyla biçilmiş Azeri yiğitlerden arda kalan, ailede kimsenin benimsemediği Azeri babası Nizam'ı unutamıyor. "Nizam Bey, göç yollarının kavşağı yeni ülkesine geleli suskun... Yüreği ağır... ihtilal hiç bağışlamayacak... Çok içiyor..." (s. 150)

Cumhur babasının gizli öfkesini içinde duyuyor. O bir subay. Savaşmak zorunda. O öfkeyi duymasa nasıl savaşacak? Vicdan Cumhur'u anlamıyor. Ona göre parçalanmış Kore'deki eylem bir ulusun yeniden bütünlenmeye çalıştığını gösteriyor; tıpkı Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi. Türkiye'nin o uzak ülkede işi ne? Bu soruyu yıllar sonra tüm Türkiye soracak. (Amerikan halkı ise ancak 70'li yıllarda, kendi çocuklarını Vietnam'da boşuboşuna telef ettikten sonra benzer bir duyarlık yasayacak.)

Vicdan, Cumhur'un ve Türkiye'nin Kore serüvenini, Burhan ve Reha'dan hiç ayırmadığı küçük üvey kardeşinin mektuplarından, basından, radyodan izleyerek bir belgelik oluşturuyor. Kurtuluş Savaşı'nda yaşanan içtenliğin tam tersine, Kore Savaşı bağlamında atılan "Vatan, Millet" çığlıklarında irkiltici bir yapaylık var. "Türkiye, ikinci Savaş ve sonrasının ağır, sessiz ve yoksul yıllarının ardından, takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş, mambo yapıyor." (s. 167) En büyük dostumuz Amerika, iktidarda Demokrat Parti var artık. Raik, Kore'den tek bacaklı olarak dönen Cumhur'u karşılamaya gittiği izmir'de nhtımı dolduran kalabalığın çığırtkan bağırışlarını duyduğu zaman gençlik yıllarında yaşadıkları anlamlı "sessizliği" anımsıyor; "... anlamlı sözleri yavaş yavaş yaratan bereketli bir mayanın kabı gibiydi sessizlik. Savaş acımasız bir mengene gibi sıkıştırıyordu kabı. Sonra, yüzyılın ikinci yansı başladığında, kap kırıldı, tam da maya tutmuşken... içindekiler ziyan oldu, sözler tümlüğe ulaşamadan saçılıp döküldü." (s. 168)

Ezilen halklardan yana tavrını, Cumhuriyet'in has çocuklarından biri olarak yaşamı boyunca taşıyan Raik, yüzyılın ortasında yaşanan düşünce ve eylem kargaşası karşısında iki egemen ideolojiye de öfke duyuyor. Batı da Demir Perde gerisi de geçen yıllar içinde "insana karşı" tutumlar sergilemişler. Soğuk Savaş Sıcak Savaş'tan daha acımasız belki de.

Raik, Cumhur'u beklerken, "yüzyılın lanetli kaderini sezebilen hiçbir yüreğin uzun süre çarpamayacağını" düşünüyor, (s. 170) Daha sonraki anlatı birimlerinde Raik'in ilk kalp krizini o gün geçirdiğini öğreniyor okur.

Cumhur ise altmış yaşını aşıyor, tüm yoksunlaştırılmışlı-ğı, unutulmuşluğu ve suskunluğu içinde. Yıllardır "kadınların" (Kore dönüşünde evlendiği karısının ve kızının) "yarattığı huzurun ortasında yabani bir çalı gibi yaşıyor." (s. 179) Evinin bir duvarında kahramanlık günlerinden kalma yakışıklı bir fotoğrafı, karşı duvarda da, büyük kahramanı, Anafartalar Gazisi Mustafa Kemal Paşa'nın resmi... ikisi de Cumhur Bey'e çok uzaklardan bakıyorlar. Ama Cumhur aralarında "titrek bir bağ" olduğunu biliyor. "Aynı haksızlığa uğrayanları birleştiren..." (s. 179)

"Burhan öldürmüştü, Reha öldürmüştü, Cumhur öldürmüştü!... Otuz küsur yıldır barış içinde yaşadığı söylenen bir ülkeydi burası" ve ailenin erkeklerinden yalnızca "Raik'in elleri temizdi." (s. 196) Vicdan, ülkesinin insanlarının 20. yüzyılın başından beri kovaladığı yazgıyı, savaşın her çeşidine duyduğu korku ve nefreti bir başka anlatı biriminde böyle dile getirecek. Erkek kardeşlerinden ikisi yitip gitti Cumhuriyet'in çalkantıdan çalkantıya sürüklenen serüveni içinde. Ya Burhan?

"Selanik'i Unuttun" başlıklı altıncı anlatı biriminde, "Kemalistler" bölümünün tümünde "özel" bir yeri olan Burhan'ın serüveni noktalanır. Ailenin yetenekli, duyarlı, soğukkanlı, görev bilinci aşırı düzeyde gelişmiş, zeki ve çalışkan, parlak erkek çocuğu olarak beğenilen ve çok sevilen Burhan'ın Kemalist ideale bağlılığını, Nâzım'ın şiirine olan tutkunluğunu, Dersim Harekâtı sırasındaki kararlılığım, daha sonraki yıllarda askerliği bırakıp hukuk okuduğunu, başarılı bir avukat olduğunu, çoluğa çocuğa karıştığını, ailesinin -Vicdan dışındaki- bireylerinden usul usul uzaklaştığını daha önceki anlatı birimlerinden bilmektedir okur. Bilmediği, Burhan'ın Türkiye'de 1950'lerden bu yana "yükselen değerler"! edinme yolunda, çelişkilere bulaşmış bir insana dönüşmesi. Burhan seksenbir yaşına ulaşacak. (Türkiye'nin '90'lı yıllarının başını bile görebilecek.)

Bu anlatı biriminde, Cumhuriyet Türkiye'sinin geçirdiği duyarlık ve değerler değişimine yalnız Burhan aracılığıyla değil, aynı zamanda ilkokul çağındaki 'ben-anlatıcı' yoluyla da tanık oluyoruz. 1950'li yıllar... 'Ben-anlatıcı' Burhan dayısının keskin bakışlarını korkutucu buluyor. Bu bakışlar sınıflarında sivil giyimli resmi asılı olan Atatürk'ün gülmeyen, keskin bakışlarına benziyor. 'Ben-anlatıcı' annesiyle babasının Atatürk'ü ne denli sevdiklerini biliyor, ama annesinin ve babasının yaşamış oldukları ona şimdi çok uzak geliyor. On Kasım törenlerini de sevmiyor. (Avludaki törenlerde hep ayakları üşüyor.) Atatürk'ten korkuyor...

Vicdan ve Raik bu durumdan rahatsız; ilkokul müfredatını sorguluyorlar. Çocuklara ırkçı yönelişleri besleyen şiirler ezberletilmesine karşılar, ilkokullarda "yavrukurt"luk modası yeni çıkmış. "Tabii karşılamalıyız" diyor Raik; "revo-lüsyonu kontr-revolüsyon izler. Tarih yasası." (s. 185) O yıllarda aile toplantılarında dans ediliyor. Frankie Laine'in "Jesebel" ve Nat King Cole'un "Perhaps"i favori şarkılar. Burhan'ların evindeki gece toplantılarında başkonuklar yeni zengin olmuş görgüsüz tüccarlar. (Artık deneyimli bir iş adamı Burhan, işini biliyor.)

Bahtsız Reha, tüm kadın düşkünlüğüne karşın, onunla barış içinde yaşamaya yanaşmayan Doğu'lu karısına hiç ihanet etmemişken, Burhan karısını aldatıyor. Erkanı harp okuluna girmeyi düşleyen genç bir subayken, çalışmasına engel olur diye kadına kıza bakmayan, uyumlu bir subay eşi bulma mantığıyla, sevdiğiyle değil de ona tutkun olan sıradan genç kızla evlenen Burhan nasıl unutuverdi ilkelerini? (Artık karısı da, haylaz, çocukları da değerli değil gözünde. Varsa yoksa iş. Karısı kızgın ama çaresiz. Kocasının ailesine soğuk bakıyor, onlarla görüşmek istemiyor. Burhan ödün veriyor karısına. Kendi gözü de görmüyor ailesini. Fitnat Hanım oğluna, gelinine kırgın.)

Vicdan kardeşindeki değişimi şaşkınlıkla izlemekte yıllardır. Dersim'de vuruşurken gösterdiği yiğitliği yıllar sonra kısaca şöyle açıklıyor Burhan: "... emre uymazsam kurşuna dizileceğim vardı aklımda." (s. 190) Kore Savaşı'nı ise destekliyor: "Askerlerimiz Birleşmiş Milletler gücünde, cihan barışının korunması için Kore'deler... Amerika müttefikimiz. Komünizm dünyayı, dünya barışını tehdit ediyor. Komünizmi durdurmak lazım." (s. 187) Dahası, Atatürk ilkelerinden taviz veren, ezanı Arapça'ya çeviren, kadın haklarını önemsemeyen Demokrat Parti'nin gerçekçi bir politika izlediğini savunuyor: "Atatürk'ün döneminde değiliz artık. Atatürk ilkelerini tüm zamanlarda geçerli bir din gibi tekrarlamak bağnazlıktır." (s. 192)

70'li yıllarda -artık bir genç kız olan- 'ben-anlatıcı dayısının Atatürk sevgisine şaşıyor. Burhan artık O'nun yolunda değil belki, ama "Mustafa Kemal'in salondaki portresi, tüm eşya zamanla değişmişse de yerini" koruyor, (s. 197) 'Ben-anlatıcı' emperyalizme karşı çıkmış bu devrimciye saygı duyuyor o yıllarda; "ama nerden bakılsa bir küçük burjuva önderi...) (s. 197) Ona tapılmasını yadırgıyor... Atatürk'e duydukları sevgi annesiyle babasının yalın yaşama biçimiyle ve davranışlarıyla örtüşüyor. Burhan'ın Atatürk sevgisi ile sürdürdüğü yaşam ise bütünüyle çelişiyor. 'Ben-anlatıcı' zaman içinde dayısının o müthiş zekasına, bellek gücüne ve işindeki başarısına tanık oldukça, belki de annesinin hiç anlamadığı kadar iyi anlıyor dayısını. "Kazanmayı seviyordu dayım, yenmeyi!" (s. 198)

Vicdan için ise herkesten daha yakın olduğu, herkesten çok sevdiği kardeşi Burhan bir "ihanet" simgesi. Vicdan, Selanik doğumlu Burhan'ın, avukatlık işinde "hemşehrilik" ilişkilerinden yararlanmak amacıyla, nüfus kâğıdında değişiklik yaparak, "İzmir doğumlu" olmayı seçtiğini öğrendiği gün yaşadığı düş kırıklığını ve tiksintiyi unutamayacak. Burhan artık Mustafa Kemal'in "hemşehrisi" değil. Burhan Selanik'i unutmuş! Burhan Demokrat Parti yönetimi ile başlayan "bölgecilik" olgusuna ödün vermiş. Oysa Vicdan ve Raik'e göre, yurttaşların Karadenizliler, Güney Doğulu'lar, Doğulular yaftalarıyla gruplaştırılması, Atatürk'ün kaynaşma noktasına getirdiği ulusu "parçalanma" acısına itmekte.

"Selanik'i Unuttun" Burhan dayının geç ölümünün yaklaştığı günlerden geriye bakıyor. Burhan yaşlanmış ve bunamış. Erendiz Atasü, biyo-kimyacı olan 'ben-anlatıcı'nın kullandığı ve ilk kez bu yapıtında -hem işlevsel olan, hem de yeni düşünsel boyutlara açılan- bir anlatım aracına dönüştürdüğü biyokimyacı diliyle sorular yağdırarak anlatıyor Burhan'ın çözülüşünü:

Algılar protein sarmallarının hangi düzlemine kadar süzülür, var mı bilen?.. Moleküller dağılınca yok mu olur, yoksa atomlara, daha derine elektronlara kadar vurur mu damgasına?.. Bir tür evrensel bilinç gibi, gezegenimizin bir yanında sonsuza dek titreşip durur mu, herhangi bir insanın,herhangi bir algısı? (...) Burhan Bey'in "bilinç" dediğimiz yaşam durumuyla arasındaki bağlantı mı koptu? (...) Bellekteki resimleri canlandıran işleyişi kim bozdu? (...) Derisi ile iskeleti arasındaki dokular boşaldı. Gövde yeterince beslenemiyor... Beyin de tabii. Hücrelere yeterli oksijen gitmiyor, dolaşım iyi değil. Doku kaybı var. Protein kaybı demektir bu... Ölüm başladı... Algılar, bilgiler, anılar eriyip giden proteinlerle mi havaya karıştı (...) yoksa idrar mı oldu, döküldü? (s. 181-182)

Burhan Bey'in belleği, tam ölümün kıyısına gelmişken, "sona doğru ilerliyor, başladığı noktaya, (s. 211) (...) "Daha hızlı, dimdik aşağıya "son"a doğru, ölüme ve garip biçimde başa, bebekliğe, doğru... Selanik kenti, deniz kıyısı... (s. 182) (...) "içsel ilişkileri, çapı gittikçe daralan ve hızla başlangıca yaklaşan anımsama döngüsüyle sınırlı. Hangi hücreler arasındaki elektrik akımı karar verdi neyin anımsanacağına? Dokularda gizli elektronlara derin çentikler atmış anıları, hangi kimyasal işleyiş belirledi...? (s. 211) Türkiye Cumhuriyeti için "yeni tip bir insan" olan Burhan Bey, çelişkilere tutsak ettiği yaşamının son hesaplaşmasını yapıyor. "Ödeşilenleri ayır bir kenara, borçlu kaldıklarını anımsa..." (s. 211)

Yedinci anlatı birimi "Mutlu Bir Evlilik" başlığını taşıyor. "Kemalistler" bölümü içinde 'ben-anlatıcı'nın varlığının en belirgin olduğu bu anlatıda ilk kez Vicdan ile Raik'in evlilik yaşamı irdelenir, iki inançlı Kemalist'in karşılıklı sevgi, saygı, özveriye dayanan, ulusa hizmet etme ülküsü içinde biçimlenmiş bu mutlu, fırtınasız evlilik 'ben-anlatıcı'ya doyurucu gelmez. Ona göre annesi ile babası arasında paylaşılan "kardeşçe" bir sevgidir. Oysa "istek" ve "doyum" önemlidir 1940'lann ortasında doğmuş 'ben-anlatıcı' için...

'Ben-anlatıcı' erişkin bir kadın kimliğiyle karşımızda. Çocukluğunun "barış" günleri de geride kalmıştır. Terör, baskı, işkence, öldürülmek korkusu nedir, askeri darbe ne anlama gelir öğrenmiştir toplum. Ülkenin siyasal devinimi içinde yaşadığı fırtınalar, genç kızlığından bu yana yaşadığı duygusal fırtınalarla buluşup hırpalamıştı onu. Annesiyle babasında gözlemlediği kadın-erkek ilişkilerindeki saygı toplumsal yaşamdan çıkmıştır artık. 'Ben-anlatıcı' bu saygıyı "Kemalizmin başarısı" olarak niteleme eğilimindeyken, annesi Vicdan, çocuklarını Kurtuluş Savaşı boyunca yaşatma savaşımı vermiş bir önceki kuşak kadınlarının (Fitnat Hanım, Raik'in annesi) oğullan üstünde bıraktıkları güçlü izlenime bağlar.

Aynı anlatı biriminde Vicdan'ın son yıllarıyla orta yaşa gelmiş 'ben-anlatıcı' arasındaki (35 yıllık yaş farkının, kişilik farkının, önemli bir kişi ve hayran edici bir kişiliği olan anneye duyulan hayranlığın oluşturduğu) uzaklığın eriyi-verdiği dönem de dile gelir. Yaşamdaki her şeyi dolu dolu yaşamak isteyen (bu özelliğiyle de ikinci anlatım düzleminde Nefise'ye olan benzerliği sık sık vurgulanan), bu nedenle de mutluluğu da düş kırıklıkları da sarsalayıcı olan 'ben-an-latıcı', gürültülü patırtılı ama -Vicdan ve Raik'inkine oranla çok daha "içtenlikli" olduğunu düşündüğü evliliğini sona erdirmiş, kurduğu yeni ilişkilerde de aynı fırtınaları yaşamış, biyokimyayı bırakıp edebiyata yönelmek gibi keskin bir yaşantı değişikliğini göze almıştır. Annesinin yapmadığı/belki de yapamadığı her şeyi yapmıştır.

'Ben-anlatıcı' annesinin kuşağının kadın duyarlığıyla kendi kuşağınınki arasındaki ayrımı keşfetmektedir. Annesini Mustafa Kemal'e ve Nâzım Hikmet'e beslediği sevgileri birbiriyle kolayca bağdaştırabilen bir kişi olarak yorumlar. ("Bu iki sevgi onun içsel dünyasının siyasal alana açıldığı kapıydı" -s. 219). Bu kapılardan süzülen toplum ve tarih annesine "bireysel duygulanımlar" yaşatabiliyordu. Oysa kendi kuşağı (68'liler) "kitlesel heyecan"la "bireysel duygu dünyası"nın arasına bir ayrım koymuştu. ("Annemin ve benzerlerinin içselliklerinde sonuna dek yaşadıkları bir şeydi politika; oysa bizlerin içsel yaşantılarımız yokolma noktasına indirgenmek üzereydi, politikayla uğraştığımız günlerde" -s. 219) Annesinin, dış dünyayla içsellik arasında kurduğu iletişim sonucunda bir dişi olarak "kendisini yoksun bıraktığı doyum"lar, 'ben-anlatıcı'nın önemsediği düzeyde önemli değildi. Annesinin duygu dünyasını taçlandıran, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarını "bir büyük aşk" gibi yaşamış olmasıydı. Yalnızca kendi kuşağından olup da aynı duyarlığı paylaşabilenlerin yaşayabileceği bir aşk...

Vicdan'ın ölüme adım adım yaklaştığı bu ana-kız birlikteliği döneminde, yalnız farklılıkları açıklamayı değil, duygusal örtüşmeleri de keşfettiğini de ayrımsıyor 'ben-anlatıcı'. Vicdan'ın, kendisine hiç de benzetemediği kızının sakınım-sız yaklaşımlarından hoşlandığını, onun eski bağlılıklardan ve heyecanlardan kopma, yeni bağlılıklara ve heyecanlara adım atma yürekliliğini onayladığını alınılıyor:

Annem bir zamanlar hep ertelediği "şimdiyi" ve onun için artık imkansızlaşmış "geleneği" benimle özdeşleşerek yaşıyordu yattığı döşekte. Sanırım bunu hep yapmıştı, ben de hep tepki duymuştum! Ondan "ayrılığımı" vurgulamıştım öfkeyle, gençliğimde. Oysa şimdi, orta yaşa ve onu yitirmeye doğru yol alırken, yaşamdaki en büyüleyici şeyin bu süreklilik olduğuna dair bilinç ilk kez doğuyordu içimde... Bir kuşak bir önceki kuşaktan doğuyor, bir sonraki kuşağa batıyordu, iki kaynaşmanın arasında yükselen ve alçalan bir dalga gibi, geçici bir süreçti kimlik, (s. 223)

Bu saptamayla, "Dağın Öteki Yüzü"nün üçüncü anlatım düzlemini oluşturan "Kemalistler" bölümünün başkişisi Vicdan ve ikinci anlatım düzleminin başkişisi 'ben-anlatıcı' buluşmaktadır. 'Ben-anlatıcı'nın ikinci anlatım düzleminde sergilediği duyarlık, "Kemalistler" bölümünde yaşananların süzgecinden geçmiş bir duyarlıktır.

İkinci Anlatım Düzlemi: 'Ben-Anlatıcı', Annesi ve Kızı

ikinci anlatım düzleminin ilk anlatı birimini oluşturan "Masumiyetin Son On Yılı", 'ben-anlatıcı'nın kendi yaşam öyküsüne 1990'lı yıllardan geriye dönerek bakışıyla başlar. ("Şimdi"nin duyarlığıyla bilenmiş bir "anımsama"lar zinciridir dile gelen. 'Ben-anlatıcı', bir "iç diyalog" biçiminde dile getirdiği anımsayışlarında yaşantıların, yaşandıkları andaki gerçeklikleriyle, anımsandıkları andaki gerçeklikleri arasına bir ayrım koyar.)

Atom bombasının dehşetini yaşamış, çelişkilere bulanmış bir dünyaya doğuşun şaşkınlığı... Türkiye'de rumba, samba, ça-ça ritimleriyle çelişen yoksulluk, sobayla ısıtılan soğuk sınıflar, annesinin ve babasının Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşadığı ışıklı, romantik günlerin düş boyutundaki varlığı...

Sonra "kardeşsiz çocukluğunun kız kardeşleri" olan, yerli edebiyatın kadın kahramanlarını keşfediş: Feride, Rabia, Handan... Gençliğe adım atıştaki yastık kitapları ise Maarif Klasikleri. Kocasını ve çocuklarım, kendi özgür kişiliğini bulma adına terkedip, kapıyı çekip gidiveren Nora... 1960'ların sonunda "solcu kahramanlar" da ekleniyor yaşantıya...

Yaşamının en güzel yıllarını 1960'ların sonuyla 1970'lerin ilk yılları olarak anımsamasına karşın (Gençlik, umut, coşku, paylaşım, ortak amaçlar, dostluk, imece ruhu, türküler), kendi kendisiyle dürüstçe yüzleşmeyi yeğliyor şimdi: "Çocukluğun bittikten sonra ne yaşadığın mekanı sevdin, ne de zamanı! Kabul et!" (s. 28)

Gövdenin yalnızlığının bitişi, gönül kırıklıkları, evlenme, anne olma, "masumiyetin" sürebilmesi için bir dolu özleme tutsak olma... 1970'lerde ülkede sahnelenen kanlı güldürülerde zorunlu olarak yer alma, acılar, ölümle burun buruna olmaya alışma, alışamama. ("Sonraki duygularını öncekilere katarak anımsıyorsun. Küçük bir çocuğu olan, mazbut bir ev kadınıydın o zamanlar, yan uğraşı üniversitede öğreticilik olan" -s. 30). "Masumiyet" sürüyor...

1980'de yeni bir kanlı güldürünün sahnelenmesiyle, toplumca yaşanan yeni fırtınanın ardından kopan evlilik. 1960'lardan bu yana "tüm uyumsuzlukları örten şallar"ın yırtılışı. ("Çıplak kaldı herkes. O zaman kendimi ve diğerlerini gördüm" -s. 30). Sonra Nora gibi kapıyı çekip tek başına yolculuklara çıkma. Yitik gövdesine yeniden kavuşması. Masumiyetini yitirmiş dünyayı kavrayabilme. ("Ardına sığınılıp masumiyet taklidi yapılacak 'demir perde' yıkıldı! Geriye emperyalizm ve açlık kaldı!" -s. 31) 'Ben-anlatıcı' annesiyle babasının kuşağına ve kendi kuşağına saygı duymayı yeniden öğreniyor. Gülüp geçmeyi de... Artık "masum" değil ve bu nedenle "özgür."

ikinci anlatım düzleminin ikinci anlatı birimi olan "Dalga" 'ben-anlatıcı'nın "şimdi"sini kaygan bir bilinç akışı içinde içsel ve dışsal bakış açılarıyla dile getiriyor. Yazar 'ben-anlatıcı', Akdeniz kıyısında bir otel odasının balkonunda, annesinin ölümünden sonra yaşadığı boşlukla baş-başa... Yirmi yıl önce bir Kuzey Avrupa kentinde, kendini bozbulanık sulara bırakıp her şeyi sona erdirmeyi düşündüğü anları anımsayışı, onu yaşamına intihar ederek son veren ünlü İngiliz kadın romancı Virginia Woolf'a götürüyor. ("Dalga" başlığıyla, Woolf'un bilinç akımı yöntemini uygulayarak yazdığı "Dalgalar" romanı arasındaki akrabalık açık.)

Annesi de bir Virginia Woolf hayranı. Görünüşte çok başarılı olan bu iki edebiyat tutkunu kadın arasında bir ortaklık var sanki, ikisi de güçlü ama narin ve kırılgan, ikisi de zaman zaman kederli. Woolf bu kederi kendi özgür seçimiyle sona erdirmiş. Annesi ise özellikle kocasının ölümünden sonra hep asık yüzlü, kederli... Annesi Woolf'un intihar haberini duyduğu yıl ikinci askerliğini yapmakta olan Raik'e yazdığı mektupta soruyor: çocukluğunda üvey ağabeyi tarafından tecavüze uğramış olması olabilir mi bu ünlü, başanlı kadın yazarı eleme boğan? Annesi aynı mektupta, sığınılmış akraba evlerinde duyulan huzursuzluğu ve elemi de dile getiriyor. ("Senin ve benim evladımız, asla, böyle elim bir vaziyetle karşılaşmaman, telafisi gayr-ı mümkün, pek fena tecrübeler edinmemeli" -s. 41) ('Ben-anlatıcı' üçüncü anlatım düzleminin "Mutlu Bir Evlilik" başlıklı anlatı biriminde, dedesinin ölümünden sonra ailecek sığındıkları, işgal sırasındaki İstanbul'daki varlıklı dayının evinde kötü bir deneyim yaşayıp yaşamadığını soracak annesine. Açık bir yanıt alamayacak; annesinin intiharın kıyısına gidip gitmediğini hiç öğrenemeyecek. Ama onun, gençlik yıllarında, İngiltere'nin sisinde eriyip gitme isteği duyduğunu bilecek. Annesinin akraba evlerinde sığıntı olma bağlamında yaşamı boyunca sürdürdüğü nefret bir soru işareti gibi kalacak kafasında.)

Bu anılar ve anımsamalar, annesinin kötü geçen son günlerine, annesi için, onun Cumhuriyet'in ilk yıllarında kurmuş olduğu eğitim kurumunda düzenlenmiş törene annesinin yerine katıldığı gün onun meslek arkadaşlarından ve öğrencilerinden duyduklarıyla, annesi hakkındaki kendi alımlarının çeliştiği ("Yumuşacıktı" "Sertti", "Neşeliydi" "Asık yüzlüydü", "Sevinç doluydu" "Kederliydi" -s. 39) andaki şaşkınlığına götürüyor 'ben-anlatıcı'yı. Artık yitirdiği annesini tüm gerçeğiyle tanıyabilme isteğiyle tutuşuyor.

Annesinin mektubunu bitirdiğinde ise daha önce hiç tatmadığı bir tümlük duygusu yaşıyor. (Tümlük olgusunu Woolf da tartışmış.) Annesinin mektuplarını, anılarını, düşünceleri saklayan "defter"!, bir kez daha, baştan sona oku- „ yor. Acı ve sevinci içice yaşamayı öğrendi artık. Kendi kendisiyle barışık olmayı da... Yarım bıraktığı yazısını tamamlıyor ve "intihar eden veya eşiğine gelip, dönen tüm kadınlara" adıyor (s. 44). Annesinin, çocukluğunda onu çok etkilemiş olan ve şimdi üstüne tıpatıp uyan -yanında getirmiş olduğu- mavi atlas tuvaletini giyiyor. Saçlarını, annesinin bu giysiyle çektirdiği fotoğraftaki gibi düzenliyor. Artık annesiyle özdeş. O gece bulunduğu "kıyı"dan ayrılıyor. Nereye? Bilmiyor ama merak ediyor...

'Ben-anlatıcı'nın içsel serüveni, ulaştığı "başka kıyı"da noktalanıyor. (Terkedilen kıyı ile ulaşılan kıyı arasında 200 sayfa uzunluğunda "Kemalistler" bölümü var.) ikinci anlatım düzleminin ve yapıtın son anlatı birimi olan "Kızıma Günce" ile. Ailenin ölmüşlerinin yattığı Cebeci Mezarlığı'nda aydınlık bir gün. 'Ben-anlatıcı' annesi Vicdan'ın mezarı başında, onun 1929'da gittiği İngiltere'nin Cambridge Üniversitesi'ne birkaç yıl önceki kendi gidişinde yaşadıklarını anımsıyor. (Son anlatı biriminin tek sesi 'ben-anlatıcı.')

Yazarın biyo-kimya dilini yoğun biçimde kullandığı bu anlatı biriminde, yüzyılın yalnız tarih, toplumlar ve insanlar değil, doğa bağlamında da yaşadığı değişim sergileniyor.

Cambridge'in havası 65 yıl önceki gibi limonata serinliğinde değil artık. (32 derece sıcaklıkta, karbondioksit'le yüklü atmosferin basıncı "yeşil buğularla terleyen bir seraya hapsetmiş kenti. Yüzyıl sonunda Kuzey Avrupa'da her yaz bir öncekinden sıcak ve nemli" -s. 263) Dağılan imparatorluğun çirkin yüzü, köşebaşlannda dilenciler, işsizler... ("Annemle Nefise'nin hayalleri tanıyamıyor yeni Cambrid-ge"i -s. 264) Ya Londra? 'Ben-anlatıcı'nın bir zamanlar kendini sularına bırakmayı düşündüğü Thames Nehri asit yağ-muruyla yıkanmış. 'Ben-anlatıcı' nehrin zehir ve cerahatle yüklü burgaçlarım itici buluyor. Artık bu sulara atlamayı hiç mi hiç düşünmüyor.

'Ben-anlatıcı' sonra "yaşlı, kanamalı, hasta kara Avrupa'sı"nı dolaştığını anımsıyor. Orada gördüğü yalanı ve ikiyüzlülüğü... Sonra yurduna dönüşte gezdiği Anadolu topraklarını. Nerede yüzyılın ilk yarısındaki zeytin ve iğde kokulu deniz kasabaları? Orta Anadolu! Babasının gencecik bir riyaziye öğretmeniyken, Âşık Veysel'in sazını dinleyip "milli inkılâp" üstüne düşündüğünü, 1990'larda Cumhuriyet tarihinin en yüz kızartıcı toplumsal suçlarından birinin işlendiği, üstüne yangın düşmüş kentin adını anmak bile istemiyor. ("Korku değil, anasının yaktığı evladın yürek acısı kovalıyor beni!" s. 265)

Nereye kaçmalı? Toprağa... ("Avucumu dolduran toprak, derimde duyumsadığım maddenin ta kendisi, fiziksel varlığı kuşaklar boyu doğan ve ölen insanlardan oluşmuş... Evrenin tarihi nasıl çizilmişse bir ağaç gövdesine, insanların yarattığı tarih böyle kazınmış taşın ve toprağın dokusuna, moleküllerine, elektronlarına dek!" s. 266) Toprakta "onların hepsini" görüyor. Ve kendini... Onların çocuğu o. Yazgılarını tamamlamış Kemalistlerin. Aralarında yazgısına başkaldırmış tek kişi Nefise (Daktiloyla yazan, otomobil kullanan, bir İngiliz subayına sevdalanan, arkadaşının nişanlısını arzulayan, boşanan, yayımladığı kitabına adını koyabilen! Yazgısına başkaldıran ve otuz iki yaşında maddesel varlığı parçalanan!) "Vicdan ve Nefise”den doğduğunu duyumsuyor. O aynı zamanda Nefise'nin kızı...

Geçmişin bugünle içice geçmişliğini duyumsama, "vahşete ve kurbana doymayan" 20. yüzyılın önünde açtığı uçurumun getirdiği umutsuzluğu yok ediyor. Atatürk "yüzyılın kıyısında duruyor, dün değil bugün" (s. 280) ("O'nun bir halkın vicdanı olmuş varlığının ışık damlacıklarına dönüşüp bozkırı ve üstünde yaşayanları sessizce beslediğini biliyorum" -s. 180).

Vicdan'la özdeşlik, Vicdan'dan alabildiğine farklı olma. işte değişim. Geçmişle bugünü buluşturan... 'Ben-anlatıcı' Cebeci Asri Mezarlığı'nın kapısında onu beklemekte olan kızıyla buluşuyor. ("... yavrum, annesiyle bir-annesinden farklı, özdeş ve farklı.' (s. 280) 'Ben-anlatıcı', kızının "dal gibi ince gövdesinin narin çatısındaki kalsiyumun, yumuşacık damarlarında dönen demirin, Makedonya'dan Girit'e, Ege'den Kafkasya'ya paralanmış bir coğrafyaya dağılmış kemik tozlarından, ilik parçalarından köklendiğini" biliyor... (s. 281) Parçalanmışlıklar, fiziksel yokoluş yerine, yeni bir tümlenmeye yönelebiliyorsa ('Ben-anlatıcı', tümlenmiş, canlı ve özgür duyuyor kendini artık...) 21. yüzyıla da korkusuzca adım atılabilir.

Erendiz Atasü Dağın Öteki Yüzü ile yaptığı ilk roman çalışmasında, kahramanlarıyla alabildiğine dürüst ve açık bir ilişki içine girmiş, ikinci anlatım düzleminin başkişisi 'ben-anlatıcı'nın, Türkiye'nin 20. yüzyılının sonunda, aydın bir kişi, bir kadın ve bir dişi olarak kendi kendisiyle giriştiği kıran kırana hesaplaşmadan yengiyle çıkmasında temel etken yapıtın aynı anda "anlama"ya ve "anlatma"ya yönelik bir çalışma içinde biçimlendirilmiş olması. Atasü, 'ben-an-latıcı'sının yaşadığı "anlama" sürecini, üçüncü anlatım düzleminde ("Kemalistler" bölümümde) yer alan anlatı birimlerindeki yaşantıların izini -yargılamadan- sürerek Türkiye'nin ye dünyanın son yüzyılıyla çerçeveliyor. Öznellikle (bilinç akışı tekniğiyle kurulmuş çağrışım zincirleri, iç monologlar), nesnel tarihsel bakış açısı arasında gidip gelen anlatım yaklaşımı, romanı için oluşturduğu anlatı düzlenleri ve bölümlemeler yoluyla uyumlu bir bütünselliğe ulaştırılmış.

Bu yaklaşım, Atasü'nün alabildiğine özgür bir yazma biçemine açılmasını da sağlamış. Gönlünce yineleme yapmış yapıtı boyunca. Bir anlatı biriminden ötekine gönlünce ilmekler atmış. Türkçe'yi gönlünce şiirselleştirmiş yer yer. Ozanların dizelerini, yazarların tümcelerini yapıtının bir parçası yapıvermiş. (Ama ilk anlatım düzleminde, hangi ozandan ve yazardan hangi noktalarda esinlendiğini bir bilim adamı titizliğiyle belirtmiş.) Dahası, bilim diliyle yazın dilini hem içeriksel, hem de biçimsel olarak kaynaştırmış.

"Anlama" süreciyle "anlatma" sürecini buluşturan yüreklilik ve içtenlik, Atasü'nün yapıtını "profesyonelliğin" -sakıncalı- çokbilmişliğinden arındırarak, taze bir "parıltı"ya ulaştırmış, ilk bakışta fazlaca dağıtılmış bir malzemeyle karşı karşıya olduğunu düşünebilir okur. Oysa, Dağın Öteki Yüzü'nün getirdiği yaşantılar zenginliği ve okuma tadı, kanımca, yapıtın yüzeyinde yansıyan bu sereserpelikten kaynaklanıyor. "Parça"lar da tek tek ayrı bir "keyif" sunuyor okura, "bütün" de...