ONUNLA GÜZELDİM - UÇU
ONUNLA GÜZELDİM
-Geçmişteki Sevda
-Eski Sevgili
-Haziran'da Bir An
-Kentler De Vardır
-Münih'e Yağmur Yağıyor
-Toz
-Yüzey
-Suyun Karanlık Çekimi
-Gözyaşı
-Su
-"Ağlayan Kadınlar" Kolajı İçin Taslak
UÇU
-Üç İmli Sözcük
-Ada
-Uçu
-Mis
-Bir Varmış Bir Yok
-Mozaik
-Antiokhos'un Mirası
-Yaşlı Kadınlar
-Doğu'nun Çağrısı
-Giselle'in Delirmiş Ayakları
ADA(s.15-17)
"Işık gölgelenmiş, sıcak ılık bir okşayışa dönmüştü. Çam kokusu, lavanta ve oğul otu kokularıyla sarmaş dolaş yayılıyordu havanın katmanlarına, esinti gibi. Fiziksel bir duyumdu bu, gerçeklik... Koku molekülleri tenime dokunuyordu. Menekşe renkli ışıkta kokuyu görebildiğimi sanıyordum, bir dalga gibi. Yanılsama...
Çeyrek yüzyıl "ada", belleğimde bir koku ve renk bileşkesi, bir anı-imge olarak yaşadı...
Aynı mekânda bulunduğuma inanmak zordu. Orman ve koku yok edilmişti. Bitimsiz sarı-sıcak bayırlarda, birkaç yıl önce tepeleri yalayıp ağaçları yutmuş yangının siyah izleri duruyordu. Dağ çıplak.. Gökyüzünü emmiş Akdeniz ısıya köpüre karşımda belirirce, "ada"da olduğuma inandım.
"Kader Villası"nın taraçası, denizden yükselen yamaçları yangın ertesinde mersinler ve Çin gülleriyle kaplanmış sık bir bitki örtüsüne bakıyordu. Ötede deniz... Bir Çin gülü ormanı... Hiç görmemiştim daha önce... Anglitan kadının öyküsünü ilk kez orda, Çin gülü ormanına ve denize karşı kahve içerken duydum...
Marianne... Büyülü bir sözcük gibi... Marianne... Bir Çin gülü gibi açıyordu imgelemimde. Koruda çıplak bir kadın... Çıplak bir atın sırtında... Mersin dalları kesmez miydi güle kesmiş tenini gün batımında, çam iğneleri... Gece gümüş mehtabın altında...
Villanın yeni sahibesi, Marianne'ın büyüsünden kurtulamamıştı. İzleri duruyordu Anglitan kadının her köşede, yapıda ve bahçede. Som mermerden yemek masası, konuklarını ağırladığı. Çim bahçesinin girişindeki havuz ve onu çevreleyen mozaikler, Marianne'ın tasarladığı. Ve "ada"yı terk ederken "Kader Villası"nda ardında koyup gittiği bütün o güzel küçük .şeyler, seramik kuşlar, yeşim heykelcikler; Hint işi örtüler, Sevres porselenleri, Bohemya kristalleri, gümüş çay takımları... Hiçbirini götürmemişti yanında. Her ayrıntısına özendiği bu villayı öylece bırakıp gitmişti...
Villanın berisindeki çıplak alanda, sıcaktan çatlamış toprağın girintileri çıkıntıları arasında ilerliyordu, akrep.
Yatıyordu, sırt üstü, duruşu güven içinde uyuyan bir bebeği andırıyordu, kolları dirseklerden yukarı doğru kıvrılmış, bir bacağını uzatmış, öbürünü karnına çekmiş, başı yana çevrilmiş. Erkek. Yirmi yaşlarında. Saçı sakalı gümrah kara. Mintanı yırtılmış. Şakağından ince bir yol çizerek akan kan kurumuş.
Akrep toprak taneciklerinin arasına yayılan kokuyu duyuyor, pıhtılaşmış kanın madensi sülfür kokusunu... Yaraya doğru ilerliyor, kara saçlar arasında.
Erkek hangi taraftan? iple tutturduğu pantolonu sımsıkı düğümlü belinde. Sünnetli mi sünnetsiz mi, belli olmuyor. Mavzeri az ötede yatıyor."
"Sabah, çınarın altındaki tahta masada Eleftarios'la bir el tavla. Mersinlerin kokusu, önceki akşamın gece ve uyku boyunca benliğimde sürmüş izlerini sildi. Bu Akdeniz çalımsısından, burunla ilk yüzeysel temasta tatlımsı olan bir koku yayılır. Ancak kokunun derin oylumu acımtrak ve uyarıcı bir hareketlilik taşır. Akşamın sakinleştirici etkisinden -yoksa uyuşturucu mu demeliyim- kurtulmam iyi mi oldu, benim için? Elbiselerimin ve derimin altındaki kişi için?
Bilmiyorum. Tek bildiğim 'ada'da yaşamaktan sonsuz bir tat aldığımdır. Bu tat kimi kez acı, kimi kez ekşidir. Tıpkı 'ada'nın bol sulu limonları gibidir, asla kurumaz.
Eleftarios'la günlük işimizi tamamladıktan sonra, kısa bir süre gözlerimi yumdum ve duyumlardan birinin devreden çıkmasıyla şiddetlenen diğer duyumlar aracılığıyla iklimi hissetmeyi denedim. Atalarımın arasında güneşe tapanlar bulunduğundan hiç kuşkum yok. Gözlerim kapalıyken güneşi daha iyi görüyorum. Parıldayan Akdeniz'i ve 'ada'nın kurak toprağını besleyen yaşam gücüyle donanıyorum."