DULLARA YAS YAKIŞIR
-Aşka Dair
-İkinci Aşkın Peşinde
-Sevda için Tek Kişilik Ağıt
-Can Yoldaşı
-İnci, Satı, Erhan ve Durmuş
-Yalnızlığa Dair
-Bahçıvan
-Harput'ta Var Bir Kilise
-Bayburtlu
-ve Kadınlara Dair
-Yaşlı Bir Genç Kız
-Yabancı Bir Göğün Altında
-Madam Butterfly Ölmeyi Reddederse
-Sevgi'nin Romanı
-Çocukluğumu İstiyorum, Çocukluğumu Verin Bana
-Kayısı Gülü
-Kiraz Dalları
-Dullara Yas Yakışır
MADAM BUTTERFLY ÖLMEYİ REDDEDERSE (tüm metin)
"Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, pire berber iken, eskimiş dünyamız 19. yüzyıldan 20. yüzyıla yuvarlanırken, ABD derler genç bir ülke, Japonya derler yaşlı mı yaşlı, uzak mı uzak, adalardan, kiraz baharlarından, sislerden oluşmuş bir masal diyarına bir donanma gönderdi; tüm dünya gücünü kuvvetini görüp de anlasın diye. Pırıl pırıl silahları, gıcır gıcır makineleri olan, gerçek mi gerçek, madensel mi madensel bir donanma... O donanmada, üniformalarının düğmeleri parlayıncaya kadar cilalanmış, yakışıklı mı yakışıklı deniz subayları vardı. Ve aralarında bir teğmen, ismi Pinkerton. Genç, uzun boylu ve alımlı...
Pinkerton karaya ayak basar basmaz, kendinden önce ve sonra yabancı diyarlara görevle giden sayısız askerin yaptığını yineledi. Ne eksik, ne fazla... Yerli bir kız sevdi... Ne etsindi Pinkerton, bahar olanca güzelliğiyle inmişti kiraz dallarına. Her yıldan daha bol çiçeğe durmuştu ağaçlar sanki... Bitki örtüsünü canlandıran doğa insanoğlunu rahat mı bırakacaktı; onun için de küçük oyunlar hazırlamıştı... Saygıdeğer teğmen Pinkerton'un bedenindeki tüm salgı bezleri, bu arada hormon kaynakları daha çok çalışıyor, kanındaki moleküller başkalaştıkça, erkekliği çoğalıyordu. Aşkın saati çalmıştı... Sevdiği Japon kızı saygıdeğer bir geyşaydı. İsmi Çoi Çoi San. Öylesine inci çiçeği kadar beyaz ve ince, öylesine bir gül yaprağında titreşen çiy tanesi kadar saydam, öylesine bahar esintisine boyun eğmiş bir söğüt dalı kadar uysal, öylesine bir koto ezgisi gibi dinlendirici, hava kadar uçucu, ele geçmez ve hava kadar gerekliydi ki ve ona kendi eti gibi öylesine yakındı ki, Pinkerton Çoi Çoi San'ın bir başka insan olduğunu aklına bile getirmedi... Ne yapsındı yani, izindeydi... Sessizlik ve gölgeler ülkesinin kızı, gürültüler ve madensel ışıltılar ülkesinden gelen bu yeni tanrıyı sevdi. Pinkerton ona "Butterfly" diyordu, yani "kelebek"... Güzel geyşa bayıldı yeni ismine... Hemen "Çoi Çoi San"ı bir kenara kaldırdı; "Butterfly"ı benimsedi. Hiç düşünmedi, "niye durup dururken bu böcek ismini taktılar bana" diye.
Bir yaz gecesi, Kyoşu adasında, Nagazaki kentinde, krizantemlerin arasında, beyaz kimonolu Çoi Çoi San ve beyaz üniformalı Pinkerton birbirlerinin oldular. Memleketlileri, gelenekleri ayaklar altına alan Çoi Çoi San'a ilençler yağdırdılar. Ne gam!.. Butterfly aldırmadı, o Pinkerton'u seviyordu, Pinkerton da onu... Tüm amacı "Madam Pinkerton" olabilmekti. Ama yalnızca "Madam Butterfly" olabildi. Çünkü tanrısının geldiği ülkede yasal bir "Madam Pinkerton" yaşıyordu; Çoi Çoi San bunu bilmiyordu. Tanrısı ona bir isim armağan etmişti, "Butterfly"... Karşılığında ona her şeyini, geyşalığını, Japonluğunu, Çoi Çoi San'lığmı sundu. Ne tasa... O Pinkerton'u seviyordu; Pinkerton da onu... Derken Pinkerton'un görevi bitti; düşler ülkesini bırakıp gerçekler ülkesine, Uzak Doğu'dan Yeni Dünya'ya, sevdadan evliliğe dönme zamanı geldi. Pinkerton gözleri yaşlı Butterfly'ı yeniden dönme sözleriyle yatıştırıp demir zırhlısına bindi ve engine açıldı. Yüreği ezildi bir süre... Gençti, güçlüydü, açık deniz havası ona iyi geldi, tez toparlandı.
Butterfly içinse, yaşam kocaman bir bekleyişe dönüşmüştü. Artık Çoi Çoi San değildi. Pinkerton gittiğine göre artık Butterfly da değildi. Peki neydi? Gerçi bunları pek düşünmedi. Doğurduğu küçük Pinkerton'u bile o kadar düşünmedi. Bütün gün, sabırla ufuk çizgisini gözledi durdu, gri bir gemiyi seçebilmek umuduyla... Yüreciği nazlı bir kelebek gibi pır pır edip uçtu zaman zaman, sevinçle... Butterfly tüm varlığıyla asıldı, onu yaşama bağlayan bu ipeksi kanatlara; sevinç kelebeği fazla uçamadı, bu ağırlığa dayanamazdı; kanatları kırılmıştı, düşüverdi pat diye... Butterfly yüreğinde ölümün ağırlığıyla dolandı durdu.
Derken bir gün Pinkerton gerçekten çıkageldi. Butterfly'ın bir oğlan doğurduğunu duymuştu. Tasalanmıştı. Onun oğlu bir Amerikalı olarak yetiştirilmeliydi; eski bir Japon geyşası çocuğa ne verebilirdi ki? Durumu ezile büzüle karısına açtı. Yasal Madam Pinkerton güçlü kadındı, yürekli ve özveriliydi. Hoş, öyle olmasa elinden ne gelirdi ki? Başka bir seçeneği mi vardı?
- Olur, dedi gider çocuğu alırız.
Böylece Pinkerton çifti krizantem bahçesine döndü. Onları getiren gemi ufukta belirir belirmez, aşkın tansığı Butterfly'ın yüreğini canlandırdı, kanatlandırıp uçurdu gene... Kyoşu adasından ta Fujiyama'nın kraterine dek yükseldi yürecik; bu son uçuşuydu ve oradan kesin umutsuzluğun dipsiz uçurumuna yuvarlandı, paramparça.
- Tabii, dedi Butterfly, haklısınız. Çocuğun yeri babasının yanıdır, babası şerefli bir Amerikan subayı, anası bir Japon geyşası ise, eğer...
Çocuğunu öptü ve yasal Madam Pinkerton'a teslim etti. Sonra içeriye girdi ve babasından kalma sivri uçlu.bıçağı karnına sapladı.
Yıllar sonra bir gün Madam Butterfly fikrini değiştirdi. 80 yıldır, aşk yüzünden intihar etmekten usanmıştı.
- Yeter, dedi, bunca zamandır bu söylencede rol aldığım. Artık oyundan çıkıyorum.
- Aman sayın bayan, ne yapıyorsunuz? dediler. Bu söylence filan değil; söylence cilası vurulmuş gerçeğin ta kendisi. Gerçek dediğiniz insanlara öyle çırılçıplak verilmez ki, onu biraz süslemek, biraz yumuşatmak, biraz ısıtmak gerekir.
Kimler miydi bunlar? Yöneticiler, hakimler, hekimler, eleştirmenler, askerler, siviller, herkes...
- Bana ne, dedi Madam Butterfly, bıktım artık. Ölürken ölümümün bir işe yarayacağını sanmıştım. Baksanıza oğlum bile beni unuttu, Pinkerton'sa, üzüldüyse bile deniz havasında hemencecik iyileşiverdi... Üstelik benden sonra kimse akıllanmamış; binlerce Japon, Güney Koreli, Vietnamlı kız Amerikan askerlerinden gebe kalmış. Bu düşüncesizliği protesto ediyorum. Ölmeyeceğim işte, yaşayacağım herkese inat...
- Saygıdeğer geyşa, bunu yapamazsınız. Siz insanlığın ortak kültürünün malısınız. Sonra Giuseppe Giacosa bu librettoyu nasıl yazar? Sayın Puccini bu operayı nasıl besteler? Aşkın yüce ıstırabını, bekleyişin hüznünü, boşa çıkan umutlardaki derin kederi ve kadınların yazgısını, müziğin tanrısal gücüyle insanların yüreğine kim, nasıl iletebilir? Sonra, Madam Butterfly rolüyle ünlenen bütün o sopranoları düşünün. Renata Tebaldi, Maria Callas... Onlara bunu nasıl yaparsınız?
- Tosca'yla yetinsinler, dedi Madam Butterfly. Anımsayın, o da intihar etmişti. Benim gibi bıçakla değil, yüksekten atlayarak. Hiç anlamam, operalarda kadınlar niye hep canlarına kıyar?..
- Aman saygıdeğer geyşa, öyle aklınıza estiği gibi davranamazsınız. Kaç kez söyleyeceğiz, siz insanlığa aitsiniz. Siz kutsal acının en güzel ve ince simgesisiniz.
- Hiç anlamıyorum, niye acı Amerikalıların değil de Uzak Doğuluların payına düşüyor? dedi Madam Butterfly.
- Sayın bayan, lütfen, öfke size yakışmıyor. Güzel kadınlar politikayla ilgilenmez, çirkinleşiyorsunuz, lütfen...
- Çirkinleşirsem çirkinleşeyim, dedi Madam Butterfly.
Babasının bıçağını kaptığı gibi Amerikan bayrağını yırtıverdi cart diye...
Ona küçümsemeyle baktılar.
- Hiçbir besteci sizin bu öykünüzü bestelemez Madam Butterfly, dediler. Bu insanlığın evrensel acılarını yansıtan bir ağlatı değil çünkü artık; basit bir adliye olayı. Yazık, ölümsüzlüğünüzü yitirdiniz. Çirkin bir sokak anarşistine dönüştünüz. Ne kadar da sevimsizsiniz.
- Anlamadığım bir şey daha var, diye sürdürdü Madam Butterfly. Acı çekmek niçin üniformalı erkeklerin değil de, çıtı pıtı kadınların yazgısıdır hep?
Bir kez daha babasının bıçağını kaptı ve beyaz geyşa kimonosunu paralayıverdi. Ona dehşetle baktılar.
- Bu iş çığrından çıktı, dediler, fazla uzadı. Adli bir olay değil bu, artık klinik bir olaya dönüştü. Size bir besteci değil, bir pisikiyatrist gerek Madam Butterfly. Baksanıza, kadınlığınızı yadsıyorsunuz.
Yetkililer harekete geçme gereğini duydular. Madam Butterfly'ı tutukladılar. Dost bir devletin bayrağına hakaret etmekle suçladılar.
- Olamaz, dedi Madam Butterfly, benim yaşadığım kente, Nagazaki'ye, Pinkerton'un memleketlileri atom bombası atmamış mıydı?
- Sen sus, dediler, onlar eskidendi, karıştırma şimdi.
- Anlayamıyorum, dedi Butterfly.
Onu kargaşa yaratmaktan, düzene karşı gelmekten, saygıdeğer aile kurumunun temellerini sarsmaya tam teşebbüsten yargıladılar, suçlu buldular. Onu bir akıl hastanesine tıktılar. Ona ekmek, ona su, ona sevgi vermediler.
Madam Butterfly kapatıldığı hücrede düşündü durdu. Bu kargaşa niye kopmuştu? Baharda, kadınlarla erkeklerin kanlarının kimyasal bileşimi farklılaşıyor, damarlarında hızlı hızlı dolanan hınzır hormon molekülleri onları birbirine itiyor diye, bunca patırtıya ne gerek vardı?.. Akıl dışı bir şeydi bu. Ölmesi hiçbir işe yaramamıştı ama, yaşaması da bir şey değiştirmiyordu... Yaşıyor muydu ki? Onu da bilemiyordu. Belki o ve onun gibiler hiç yaşamıyordu; etten kemikten varlıkları bile yaşamıyordu. Onlar yalnızca yanılsamalardı... Sudaki yankı, vadideki yankı gibi... Sanatçılara esin kaynağı olan, onların aşka susuz, aşka aç, aşkla beslenen ve aşk imgeleri üreten düş güçlerini kışkırtan yanılsamalar. Gerçeklerin söylence kılığında dolaştığı, söylencelerin gerçeklerin yerine geçip kurulduğu bir dünyada neyin ne olduğunu bilmek öylesine zordu ki... Bir insanın ölmesi de yaşaması da bir anlam taşımıyorsa bu ne demekti? Butterfly küçük hücresinde kendini aradı ve bulamadı. Üstelik kendini nerede bulacağını hiç bilemiyordu. Çok acıydı bu. Aşk acısından daha kötüydü. Dayanamadı bu acıya Butterfly; hiçbir şey duymaz oldu. Duyguları donmuştu. Hiçbir şey duymamak acı duymaktan da beterdi. O zaman bir karara vardı. Yargıçlarına haber saldı.
- Özür dilerim sayın baylar, dedi, oo, aranızda tek tük bayanlar da var diye ekledi; özür dilerim sayın baylar ve bayanlar, canınızı sıktım. Yeniden söylenceye dönmeye, rolümü üstlenmeye karar verdim.
- Ohhh, dediler, yöneticiler, hakimler, hekimler ve tüm yetkililer...
- Yalnız küçük bir sorun var, dedi Madam Butterfly, söylencenizde ufak bir değişiklik yapmak zorundasınız. Aşkımı yitirdiğimden kıymıyorum canıma; o seksen yıl öncede kaldı. Dünya 20. yüzyıldan 21. yüzyıla dönerken ağır ağır, başka bir nedenle harakiri yapacağım. Kendimi yitirdiğim için öleceğim.
Babasından kalma bıçağı aldı ve karnına sapladı..."
1985