Çimen Günay

Cumhuriyet'e Feminist Bir Bakış:
Erendiz Atasü ve 'Dağın Öteki Yüzü'
(I. Bölüm)

Çimen Günay*

Anayasal hak ve özgürlüklerde ve kamusal alanda kadın-erkek eşitliğinin ağırlıklı olduğu bir feminizm anlayışı, Cumhuriyetin ilk yıllarının koşullarını yansıtmaktadır. Cumhuriyet öncesi dönemde filizlenen kadın hareketi, Osmanlının elit sınıfına mensup kadınların, günlük yaşam deneyimlerinden yola çıkarak ürettikleri, şeriat kanunları çerçevesinde çözülmeleri mümkün olmayan sorunlara yöneltilen eleştiriler dışında etkinlik gösteremezken, Cumhuriyetle kanunları arkasına alan yeni oluşum, ülkenin dört bir yanında sesini duyurmayı başarmıştır. Cumhuriyet öncelikle, ortaçağ zihniyetinin ev kadınlığı ve annelik görevlerini bahşettiği kadın için özgürlüğün simgesi haline gelmiştir. Bu dönemde gerçekleştirilen devrimlerle, toplumsal, siyasal haklar ve kanunlar karşısında eşitlik kazanan Türk kadınının çağdaş kimliğinin temelleri atılmıştır. Bugün kadınlar, kamusal işgücüne katılımlarını sorguladıkları kadar, sosyal ve kültürel alanlardaki varlıklarını da eleştirebilmektedirler.

Uzun yıllar boyunca sağ iktidarlar gibi, sol muhalefet tarafından da görmezlikten gelinen feminist hareket, Birleşmiş Milletler'in 1975-1985 dönemini "Kadın On Yılı" ilan etmesiyle Türkiye'nin de gündemine girmiştir. Bu dönemde kitle iletişim araçları yoluyla seslerini duyurmayı başaran kimi feministler, kadınların özgürleşmesini Kemalist modernleşme projesi çerçevesinde ele alırken (Bkz. Erendiz Atasü "Modernizm, Kemalizm, Feminizm", Altıok. Sayı.4, 44-46.), diğer bir bölümü de erken Cumhuriyet dönemi kadın hareketini "devlet feminizmi" olarak nitelendirmiş, Cumhuriyet dönemi politikalarının kadınlara dişiliklerini unutturduğunu ve eğitim politikasının kadınların "iyi eş, iyi anne ve iyi yurttaş" olarak yetişmelerine yönelik çalışmalardan öteye gitmediğini ileri sürmüştür (Tekeli 20). İmparatorluktan devralınmış bir topluluğa ulus bilincinin yerleştirilmesine çalışıldığı yıllarda, Kemalizm'in ortaya koyduğu feminizmin uluslaşma çerçevesinde kabul görmüş olması, devlet tekelini kanıtlamadığı gibi, feminizmin amacından saptırıldığı anlamına da gelmez. Feminist hareketi devlet tekelinde göstererek, kadınların Kemalist ideoloji tarafından cinsiyetsizleştirildikleri iddiasını kanıtlamaya çalışan bu tür yaklaşımlar, savaş koşullarının hiçe sayıldığı değerlendirmelere dayandıkları için, sağlam bir eleştirel çerçeve oluşturmayı başaramamışlardır. Savaş, bu yaklaşımı savunan insanlara, ordu kavramının "erkek" kimliğini hatırlattığı kadar, ölümün savaş koşullarında cins ayrımı yapmadığını da hatırlatsaydı eğer, kadınların Kemalist ideoloji tarafından değil, savaşın yarattığı koşullar nedeniyle "cinsiyetsizleştikleri" açıkça görülecekti. Bağımsızlık için savaştığı Batı'yı ideolojik bir örnek olarak benimseyen Türkiye Cumhuriyeti, feminist hareketi sahiplenerek bu oluşumun, aslında emperyalist Batı'nın toplumsal kargaşa yaratmak için kullandığı bir "oyun" olmadığını göstermek istemiştir.

Erendiz Atasü ve "Dağın Öteki Yüzü"

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki toplumsal değişim bir çok yazarın ilgisini çekmiş ve Cumhuriyet tarihi, biyografik eserlerin yanı sıra, bir çok kurmaca yazınsal esere de konu edilmiştir. Özellikle kadın yazarlar, Cumhuriyeti eserlerine konu edinirken, toplumun içine işleyen gelenekselliği de geçmişle hesaplaşmalarına katmaktadırlar. Mîna Urgan, otobiyografik eseri "Bir Dinozorun Anıları"nda yaşam serüvenini anlatırken Cumhuriyetin çalkantılı yıllarına da uzanır; Adalet Ağaoğlu, "Ölmeye Yatmak"ta, bir iç hesaplaşma yaşayan roman kişisini kullanarak Cumhuriyetin ilanını izleyen yıllarda gelişen toplumsal olayları sorgular. "Dağın Öteki Yüzü"nde, bu iki eserden farklı olarak, gerçek ve kurmacanın Cumhuriyet tarihi çerçevesinde iç içe geçmesine şahit oluruz; "Dağın Öteki Yüzü" için bir "biyografi" denilemeyeceği gibi, kurguda önemli yer tutan biyografik unsurları göz ardı ederek, eseri bir hamlede "kurmaca" sınıfına koymak da yanıltıcı olacaktır.

Erendiz Atasü, ilk romanı olan "Dağın Öteki Yüzü"nün "Sunuş" bölümünde okura bir mektupla seslenmekte, Cumhuriyetin ilk yıllarına ilişkin bilgileri hangi kaynaklardan aldığını açıklamaktadır. Atasü, bir tarihçi gibi, gerçek olayları yer ve zaman vererek vurgularken, tamamen düş ürünü olan roman kişilerini belirtmeyi de ihmal etmez. "Dağın Öteki Yüzü"nde Cumhuriyet tarihine alternatif bir yorum getiren Atasü, bir yandan okullarda öğretilen tarihin kurmacalığını gözler önüne sererken, öte yandan Cumhuriyeti farklı farklı yorumlayan roman kişileri aracılığıyla, kurmacanın nasıl öznel gerçeklikler yarattığını sergilemektedir.

Erendiz Atasü ve Öykü

1947'de Ankara'da doğan Erendiz Atasü, bir "öykü yazarı" olarak tanınmaktadır. Yakın zamana kadar Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'nde öğretim üyesi olan yazar, 1981'den sonra yayımlamaya başladığı öykülerle dikkat çekmiş ve 1983'de yayımlanan ilk kitabı "Kadınlar da Vardır" ile Akademi Kitabevi Öykü Ödülü'ne lâyık görülmüştür. Böylece geniş kitlelerce tanınan yazarın 1985'te yayımlanan "Lanetliler" adlı öykü kitabını, 1988'de "Dullara Yas Yakışır" ve 1991'de "Onunla Güzeldim" adlı kitapları izlemiştir. 1995'te "Dağın Öteki Yüzü" ile roman türünü deneyen Erendiz Atasü, 1997'de yayımlanan "Taş Üstüne Gül Oyması" adlı kitabıyla öyküye dönüş yapmıştır. "Dağın Öteki Yüzü" ile Orhan Kemal Roman Ödülü'nü (1996) kazanan yazar, "Taş Üstüne Gül Oyması" ile Yunus Nadi ve Haldun Taner öykü ödüllerini (1997) almıştır. Erendiz Atasü'nün son öykü kitabı, 1998 yılının Eylül ayında piyasaya çıkan "Uçu"dur. Yazarın 1999 yılının Ekim ayında yayımlanan son romanı ise "Gençliğin O Yakıcı Mevsimi" adını taşımaktadır.

Atasü'nün ilk öyküleri, yazarın yaşam deneyimlerini aktardığı yansıtmacı/gerçekçi öykülerdir; bu öyküler merkezinde kadının durduğu toplumsal bir eleştiriyi de içermektedir. Kendisiyle l Nisan 1999'da yaptığım görüşmede, ilk kitabında yazınsal kaygılar taşımadığını içtenlikle belirten Atasü, "Kadınlar da Vardır"ı "bir tür iç dökme" olarak nitelendirmektedir. Yazarın ikinci öykü kitabı olan "Lanetliler" de, çeşitli insan portrelerinin kurguya dahil olmasıyla birlikte katmanlı birer yapı kazanan öyküler bulunmaktadır. Bu öykülerde feminizm, toplumsaldan evrensele bir köprü kurmak için kullanılmıştır. "Dullara Yas Yakışır"da kadın-erkek ilişkisini çözümlemeye çalışan Atasü'nün, "Onunla Güzeldim" adlı kitabında, biçim denemelerine daha sık yer vermeye başladığı ve simgesel, soyut bir anlatımı tercih ettiği görülmektedir. Atasü, "Onunla Güzeldim" adlı kitabı için "bir dönemeç" yakıştırmasını kullanmaktadır (Sürer 10). "Taş Üstüne Gül Oyması"nda ise öykünün şiirle buluşmasına şahit oluruz; yazar, güncel olaylardan mitolojiye dek uzanan bir tarihsel çerçeve çizmektedir.

Atasü, son öykü kitabı olan "Uçu"da karmaşık bir dil kullanarak okuyucuyu şaşırtmış, "Uçu" adıyla daha en baştan zihinlerde soru işaretleri yaratmıştır. Bir röportajında, kendi yarattığı "uçu" kelimesinin anlamını "maddenin özünü koruyarak (ulaşabildiği) son aşama" (Eren 8) olarak açıklayan Atasü, buharlaşmayı bir yok oluş kabul eden insan zihninin gazın yeniden yoğunlaşabileceğini de hatırlaması gerektiğini söylerken, kokunun çağrışımlarla dolu olmasından yola çıkarak unutulanların anımsanabileceğini vurgulamaktadır aslında. Biçimsel değişiklikler bir yana bırakılacak olursa, Atasü'nün yaratılarında içerik bakımından bir ortaklık olduğu söylenebilir. Bu ortak unsur, kimi zaman metnin o kadar içine sinmiştir ki açıkça görülemez. Atasü'nün tüm eserlerinde "unutan"a sitem eden bir ses ayrımsanmaktadır; bu ses kimi zaman onu yok sayan, aşağılayan erkeğe sitem eden kadına aittir, kimi zaman ise eskilerin "unutulmuş" kuşaklarının yaşamlarından yankılanır. Bu sitem dolu ses, yazarın mitolojik öğelere yer verdiği öykülerinde de kendisini belli etmektedir. Atasü, mitolojiyi sadece tarihsel bir atmosfer yaratmak uğruna kullanmaz; yazar, simgesel alıntılar yapmakla yetinmemiş, yüzyıllar öncesinde kalmış bile olsa haksızlıkların, mutsuzlukların öyküsünü yazmıştır.

Atasü'nün yansıtmacı anlatımdan biçim denemelerine kayan öykü çizgisi düşünüldüğünde, yazarın ilk romanı olan "Dağın Öteki Yüzü"nün bir olgunluk döneminin ürünü olduğu açıkça görülmektedir. Yaşamını eserlerinin malzemesi olarak gördüğünü belirtmekten kaçınmayan yazarın bu tercihinin, biçimsel kurgusu zorlanmış öykülerde olduğu kadar, Dağın Öteki Yüzü'nde de kendisini belli ettiğini belirtmek gereklidir. Atasü, yaşama dair öğrendiklerinin yanı sıra, eczacılık dalında sahip olduğu akademik kimliği de eserlerine taşımaktadır. Karbon halkacıkları, DNA sarmalları ve protein iplikçikleri, yazarın üslubuna alışkın olan okurlar için bildik kavramlardır; ancak, insanı biyokimya ile tanımlamaya çalışmak, üzerinde yükseldiği düşünsel temel sebebiyle, yansıtmacı yazınsal geleneğe bir başkaldırı niteliğindedir. Modern anlatıların düşünsel dayanaklarından olan pozitivizm, Atasü'nün üslubunda biyokimya ile vücut bulmaktadır; yazarı farklı kılan ise pozitif bilimleri duygu dünyasıyla başarılı bir şekilde bağdaştırmış olmasıdır.

Atasü, 'Dağın Öteki Yüzü"nde, Cumhuriyet kuşağının hayallerinin sonraki kuşaklarca nasıl anlamlandırıldığını yansıtırken, adeta zamanın acımasızlığına bir ağıt yakmaktadır. Hepsi kendisinden önceki kuşağın çelişkilerini yüklenen üç kuşağın yaşamlarım konu edinen roman, yazarın ikisi de öğretmen olan anne ve babasının anılarından filizlenmiş ve Cumhuriyetin idealist öğretmen kuşaklarına ithaf edilmiştir. "Dağın Öteki Yüzü"nde Cumhuriyetin devrimci atılımları süresince coşkulu bir inançla yaşatılan Kemalizm'in zamanla bir Atatürk kültü haline gelmesi, Cumhuriyet kavramındaki değişim çerçevesinde konu edilmektedir. Atasü'nün feminist bir yaklaşımla ele aldığı Cumhuriyet ve Kemalizm kavramları ile zamanla bu kavramlarda meydana gelen değişim, bir hesaplaşma atmosferinde toplumsal bir eleştiriye dönüşmüştür. "Dağın Öteki Yüzü"nde, roman kişilerinin yaşamlarını Cumhuriyet tarihine paralel olarak kurgulayan Atasü, böylece bireyselin toplumsaldan çok farklı bir şekilde gelişmediğini hatırlatmaktadır. Cumhuriyetin "öteki" yüzünü fark eden okuyucu, savaş, vatan, kimlik kavramlarının da zamanla birer parçası olduğu bu bireysel/toplumsal hesaplaşmanın evrensel bir sorgulama haline gelmesine de tanık olmaktadır.

Atasü'nün öykü tutkusu romanda da kendisini belli etmektedir. "Dağın Öteki Yüzü"nün kronolojik bir sıra izlemeyen, iç içe geçmiş öykülerden oluşması, yazarın eserini "öyküyle roman arasında gezinen bir anlatı" olarak nitelendirmesine sebep olmuştur (Atasü 5). Cumhuriyet tarihi çerçevesinde bir araya gelen bağımsız öykülerin, birbirlerinin içinde başarıyla eritilmesi sonucunda, tarihsel geçişler anlatının iç dinamiğini oluşturan unsurlara dönüşmektedir. "Dağın Öteki Yüzü", belgesel nitelikli metinlere yer verdiği ölçüde yansıtmacı, anlatı düzleminin içinden doğan ikincil anlatı düzlemleri üzerinde yükselen yapısı bakımından da modernist bir anlatının özelliklerini taşımaktadır. Gerçek ve kurmacanın iç içe geçtiği bu romanda, yazar ve anlatıcı aslında aynı kişi olduklarını düşündürecek sıklıkta yer değiştirmektedir. Atasü, kullandığı tekniklerle tek bir bakış açısına odaklanmayan bir yapı oluşturmakta ve böylece tüm kişilerini düşünsel boyutlarıyla tartışma konusu yapmaktadır. Ancak, yazarın tüm bakış açılarına eşit uzaklıkta olduğu da söylenemez; Cumhuriyet'e adanan yaşamlar, yazarın bu konuda duyduğu coşkuyu yansıtacak şekilde idealize edilmiştir. Buna rağmen, feminist duyarlılığının ortaya çıkarttığı insani değerler karşısında tüm ideolojilerin birer birer silindiği "Dağın Öteki Yüzü"nde, her ne kadar anlatının tümüne hakim bir noktada olsalar da, Cumhuriyet'in ve Kemalizm'in savunusu satır aralarına gizlenmiştir. Aynı şekilde, feminizmin savunusu da kurgudaki yerini gösterişsiz bir şekilde almaktadır.

Atasü, kitabın "Sunuş" bölümünde, "Dağın Öteki Yüzü"nü kurgularken o döneme ait belgesel nitelikli kaynaklardan faydalandığını da belirtmektedir. Belgelerle yansıtılan Cumhuriyet tarihi ve öznel gerçekliklerle yazılan tarih, gerçek ve kurmaca arasındaki karşıtlığı somutlaştırarak kurguya taşırken, aynı zamanda bu kavramları da sorgulanır hale getirmektedir. Kavramların ancak karşıtlarıyla birlikte anlamlı olduklarını hatırlatmak istercesine, "Dağın Öteki Yüzü"nde pek çok başka karşıtlığa da yer verilmiştir. Yaşam-ölüm, gençlik-yaşlılık, idealizm-ihanet gibi kavramların yanı sıra, romanın adı da kendi içinde bu karşıtlıklara bir örnek barındırmaktadır; "öteki" kavramı, "Dağın Öteki Yüzü"nde temsil edilen tüm karşıtlıkları tek hamlede özetlemektedir. Bu özellikleriyle, Cumhuriyetin ilânı çerçevesinde gelişen ve yer yer biyografik unsurların öne çıktığı bir kurguya sahip olan bu roman, Cumhuriyet yıllarının bir kadın yazar tarafından, gerçek ve kurmacanın bu şekilde iç içe geçirilerek işlenmesinin ilk örneğini oluşturmaktadır. Atasü, bugünden bakıldığında ne kadar gülünç ve mantıksız olursa olsun, geçmişin kişilerin belleklerinde yer etmiş gerçeklere dayandığını ve tarihsel gerçeklerin de insan ve zaman faktöründen bağımsız olarak değerlendirilemeyeceğine dikkat çekmektedir. Zaman ve mekânda kayma, iç monolog ve bilinç akımı gibi modernist teknikler kullanılarak oluşturulan yapıda karşımıza çıkan William Wordsworth, Pablo Neruda, ve Nâzım Hikmet şiirleri, "Dağın Öteki Yüzü"nün "dünya kültürünün ürünü" olan modern bir roman olduğunu kanıtlamaktadır. Erendiz Atasü, bu romanıyla modernizme tutkunluğunu ortaya koymuştur.

"Dağın Öteki Yüzü"nün Öteki Yüzü

Erendiz Atasü, "Dağın Öteki Yüzü"nde, Cumhuriyetin o pek sorgulanmayan "öteki" yüzüne dikkat çekmektedir. "Dağın Öteki Yüzü", Cumhuriyet tarihine getirilen alternatif bir yorum olarak da nitelendirilebilir; fakat burada karşımıza çıkan, popüler roman yazmanın kaygısıyla oluşturulmuş bir tarihsellik değildir. Cumhuriyetin ilk yılları sadece bir atmosfer yaratmak amacıyla konu edilmemiştir; roman kişilerinin yaşamlarına sinen bir "Cumhuriyet" olgusu söz konusudur. "Dağın Öteki Yüzü"nde geçmişi nesnel bir şekilde değerlendirmenin mümkün olamayacağını hatırlatan Atasü, zamanın insanları ve dolayısıyla geçmişin alımlanmasını değiştirdiğini vurgulamaktadır. Atasü, "Dağın Öteki Yüzü"nde kurguladığı Cumhuriyet tarihiyle, bir ailenin yaşantısına üç kuşak süresince tanıklık etmekte ve kadın-erkek, genç-yaşlı pek çok insanın değer yargılarını bir araya getirerek karşıtlıkların oluşturduğu bütünselliği vurgulamaktadır.

"Dağın Öteki Yüzü"nde anlatıcı rolü ne ilk ne de son kuşağa verilmiştir. Cumhuriyetle vücut bulan değerlerin çöküşünü yaşayan "ikinci" kuşağın anlatıcı rolünü üstlenmesi, zamanın yıkıcılığına yapılan vurguyu daha da belirgin kılmaktadır. Annesinin ölümünün ardından ona ait mektupları okumaya başlayan anlatıcı, karşısına çıkan neşeli ve idealist genç kızı o zamana dek fark etmemiş olduğunu ayrımsadığında, okuyucu çoktan Cumhuriyetin ilk yıllarının çağdaş kadınını simgeleyen Vicdan karakterinin yaşamına uzanmıştır. Ailesi savaş yıllarında Selanik'ten Anadolu'ya göç eden Vicdan, adıyla özdeşleşmiş bir sorumluluk duygusuyla Cumhuriyet'e bağlıdır. Vicdan'ın aynadaki "izdüşümü" olarak tanımlanan yakın arkadaşı Nefise ise zaman zaman nefsine yenilen kişiliğiyle, Vicdan'ın idealizmini belirginleştirmektedir (278). Bu iki genç kadının devlet bursuyla öğrenim görmek için Cambridge'e gitmeleriyle akmaya başlayan Cumhuriyet tarihi, geriye dönüşlerle kesintiye uğratılmakta ve anlatı, araya giren yazışmalarla sonraki zaman dilimlerine taşınmaktadır. Bu tarihsel geçişler sayesinde, "Dağın Öteki Yüzü"nde anlatı düzlemleri, Cambridge'den Türklerin göçe zorlandıkları Selanik'e, oradan nasyonal sosyalizmin ırkçı yüzünü gösterdiği Berlin'e kaymakta ve Vicdan ile Nefise'nin bireysel tecrübeleri, evrensel birer sorgulamaya dönüşmektedir. "Dağın Öteki Yüzü"nün Hitler Almanya'sına uzanan coğrafyasında, Vicdan ve Nefise'nin tanık oldukları faşist saldırının konu edildiği bölümde, hemcins kavramını kadın-erkek ayrımını bir kenara bırakarak kullanan Atasü, böylece eleştirisinin merkezine "insan"ı koyduğunu yadırgatıcı, fakat kesin bir şekilde ifade etmektedir.

Atasü'nün, Cumhuriyet tarihini işlerken, genç Türkiye Cumhuriyeti devletinin kültür elçisi olan kadınları ön plana çıkarıp, aynı Cumhuriyet için savaşmış erkekleri arka planda tutması, savaşı yüceltmemek adına yapılmış bilinçli bir tercihtir. Vicdan'ın üçü de asker olan erkek kardeşlerinin yaşamları, Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasal çizgisini yansıtacak şekilde işlenmiştir; Reha ve Burhan, Dersim'deki ayaklanmaları bastırmakla görevlendirilirken, en küçükleri olan üvey kardeş Cumhur, Kore savaşına gider. Cumhuriyet'teki dönüşümler çerçevesinde kurgulanan bu üç yaşam, kurtuluş için verilen savaşın uzak ülkelerin topraklarında yapılan savaşa eklemlendiği tarihsel sürece tanıklık etmektedir. Savaş bittikten sonra başladığı avukatlık mesleğinde, daha iyi bir yere gelebilmek için doğum yerini İzmir olarak düzelttiren Burhan'ın bu ihanetini Vicdan kabullenemez. Cumhuriyete bağlılık Vicdan'da somutlaşırken, ihanet ve para kazanma hırsı bir erkeğe, Burhan'a bırakılmıştır. Burhan ile Cumhur'un, biri yavaş ve acılı bir ölümle, diğeri ani bir kalp kriziyle sona eren yaşamları ve Reha'nın intiharı, savaştan sağ çıkanların taşımak zorunda kaldıkları ağır yükü vurgularken, isimlerini asla bilmediğimiz askerlerin trajedisini de çarpıcı bir şekilde yansıtmaktadır. Bu romanda, yitirdikleri çocuklukları, mutsuz evlilikleri ve ellerinden kayıp giden yaşamlarıyla karşımıza çıkan Reha, Burhan ve Cumhur, savaşın yarattığı "asker" kimliğinin sorgulanmasında önemli yer tutmaktadırlar. Burhan'ın hafızasını kaybetmeye başladığı zamanlarda yaşadıklarının anlatıldığı bölümlerde, Atasü'nün biyokimyacı kimliği kendisini göstermektedir; Burhan Yurdakul her hücresinde acı duyarak yavaş yavaş ölür.

"Sarmallar çözülüyor Burhan Yurdakul'un dokularında. Giderek inceliyor protein iplikçikleri, tarazlanıyor; dökülüyor anılar, uzaklaşıyor. En son silinen en derindeki kayıt. Bilincin dibe ittiği, ya da başlangıçtaki, ilksel anı... Açık deniz kokusu, bu rüzgâr... Ilık, yumuşacık korurdu Burhan bebeğe dönüşecek dokuları anaç sıvı, salınırken Fitnat hanım kordon boyunda, solurken Makedonya'nın rüzgârını, çekerken iyot yüklü havayı içine, kanına, canına, karnındaki cenine. Doğum yeri: Selanik." (204)

"Dağın Öteki Yüzü"nün asker olmayan tek erkek karakteri olan Râik, diğer erkek karakterlerin tersine aydınlanmacı bilinci temsil etmektedir. Vicdan'la evlenen Râik, eşinin tüm ideallerine ortak olmasına rağmen, onun kadar umut dolu ve coşkulu bir kişi olarak kurgulanmamışım Böylece, askeri eğitim almamış olmasına rağmen, savaş koşullarında silah altına alınan tüm erkekler gibi, Râik'in de onu giderek duygusuzlaştıran bir rasyonellik kazandığı düşündürülmektedir. "Dağın Öteki Yüzü"nde bir roman kişisi olarak karşımıza çıkan Mustafa Kemal, asker ve devlet adamı kimliğinden sıyrılmakta, hasta ve yalnız bir insan olarak "öteki yüzünü" göstermektedir. Böylece, romandaki karşıtlıklara bir de Mustafa Kemal'in "ölümsüz kişiliği ve ölmekte olan bedeni" ile yaratılan karşıtlık katılmış olur (Ecevit 4). Râik'in Bursa cezaevinde "Bolşeviklikten" yatan bir akrabası nedeniyle, Nâzım Hikmet de kurguya dahil olmaktadır. Bir roman kişisi olmamasına rağmen, Nâzım Hikmet'in etkisinin roman boyunca hissedilmesinin sebebi, şairin vatan ve kimlik kavramlarının sorgulanmasında tarihsel bir örnek oluşturmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları dışında kalan Selanik, kurmaca düzleminde Vicdan'ın, gerçek hayatta ise hem Mustafa Kemal'in hem de Nâzım Hikmet'in doğum yeridir. Bu özelliğinden dolayı, arkadaşı Nefise tarafından "daha az Türk" olarak tanımlanan Vicdan karakteri aracılığıyla Atasü, bir anlamda Selanik'te doğduğu için milletvekili seçilmesi engellenmeye çalışılan Mustafa Kemal'in yaşadıklarını da kurmaca düzlemine yansıtmaktadır (Atasü 89). Aynı şekilde, Nâzım Hikmet'in özgür olmak için vatanını terk etmesi, ingiltere'ye giden Vicdan'ın uçsuz bucaksız çimenlerde özgürlüğü duyumsaması olarak tersine çevrilmiştir.

ingiltere'de Virginia Woolf'un bir konferansına katılan Vicdan ve Nefise, bu ünlü yazarın söylediklerinden çok etkilenirler. Kadınca bir özgürlükten bahseden Woolf'u dinledikten sonra, özgürlüğün sadece işgalden kurtulmak anlamına gelmediğini fark eden bu iki genç kadın arasında zamanla bazı fikir ayrılıkları çıkar. Nefise'nin Woolf'un sözünü ettiği kadınca özgürlüğü yorumlayışı Vicdan'dan farklıdır; Vicdan'a aşık olduğunu bildiği genç bir ingiliz'le baloya giden Nefise, aynı balodan bir subay olan Ted ile döner. Ted'in, üzerinde vatanını işgal edenlerin giydiği üniformayı taşıyor olması nedeniyle bu ilişkiye sert tepki gösteren Vicdan, Nefise'yi evlilik kararından vazgeçirir. "İstila görmemiş bir ülkenin çocuğu" olan Ted, Nefise'nin evlilik teklifini neden geri çevirdiğini anlamakta zorluk çekse de, yıllar sonra Alman uçaklarının bombaladığı Londra'da karısını ve çocuklarını yitirdiğinde, savaşın insanların özel yaşamlarına ne denli müdahale ettiğini kavrar (96).

* Bilkent Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü